Müslüm ÜZÜLMEZ
Ergani ilçesinde ilk kadın Gardiyan kimdir?
Ergani Haber Gazetesi araştırmacı ve yazarımız Müslüm Üzülmez’in haberine göre; İlçemiz de ilk kadın gardiyan Defçi Pembe, Roko Bacı dır.
Ergani Haber Gazetesi araştırmacı ve yazarımız Müslüm Üzülmez’in, Çayönü’nden Ergani’ye: Uzun Bir Yürüyüş kitabının 665-667 sayfasında Üzülmez şöyle diyor; Ben, en eski gardiyan olarak Roko Bacı'yı tespit edebildim. Daha öncekileri tespit edemedim. Roko Bacı, Memelanlı'ymış. Eski futbolcularımızdan Zilanlı Tacettin Demir'in analığı oluyor-bildiğim kadarıyla. Devrimci bir ruha sahipmiş: Kıtlık yıllarında kaymakamın yakasına yapışıp, alaşağı ettiği halen anlatılmaktadır.
Kanımca, Defçi Pembe, Roko Bacı'dan gardiyanlık görevini devir almıştı.
Pembe Keçeçi'nin buyurgan bir duruşu; ince ve uzun yapısıyla sanki insana tepeden bakan bir hali vardı. Bu gardiyanlığın kendisine sonradan kazandırdığı bir davranış olabilir. Oysa, gardiyan olmadan önce nişan, düğün ve eğlencelerin baş konuğuydu. Ergani'de, O'nun gibi kimse def çalamazmış; şen-şakrak bir kadınmış yani.
Hayatın 'oyunu' ya da 'cilvesi'ne bakın ki, geçim derdi yüzünden (zengin olmak, köşeyi dönmek için değil! Uyuşturucu, silah kaçakçılığı hiç değil!) 'kaçakçılık'tan cezaevine düşen kocasının hapis yattığı cezaevine gardiyan oluyor. Yani, herkesin Defçi Pembe olarak bildiği Pembe Keçeci; kocası 'ekmek parsı' için yaptığı 'kaçakçılık'tan yakalanarak ceza alıp, cezaevine düşünce; O, hem evin geçimini sağlamak, hem çocuklarına bakmak ve hem de cezaevinde bulunan kocasının ihtiyaçlarını karşılamak için gardiyanlık yapmaya başlar. Defçi Pembe, Gardiyan Pembe olur. Her onurlu insanın yaptığını yapar: Çalışır, ona buna el açmaz.
Sonra;
Mahpushane içinde üç ağaç incir
Ellerimde kelepçe, boynumda zincir
Zincir sallandıkça her tarafım incinir
Yansın da mahpushane kapıları kül olsun
Bize sebep olanların iki gözü kör olsun.
Bu halk türküsünü kolu kanadı kırılmış, dört duvar arasına kıstırılmış ve de umudunu yitirmiş bir mahpus söylüyor. Mahpusluk, hapislik zordur...
Hapishane hayatı, dışarıdaki hayata hiç benzemez. Tutsak bir hayattır. Tutsak bir hayat, hayatın azını daracık yerde, her çeşit, her türden bir sürü insanla birlikte yaşamaktır.
Hapishanede mahpus da olsan, gardiyan da olsan sonuçta dam altındasın, dört duvar arasındasın. Gardiyan olsan da değişen bir şey yok! Bu, kadın da olsa erkek de olsa değişmez. (İki yıl hapiste yatmış biri olarak bunu çok iyi bilenlerdenim. Tabi bizim ki hapishane değildi; Diyarbakır'da 12 Eylül'ün sıcağında insanları yakan bir cehennemdi.)
Mahpus veya bugünün deyimiyle tutuklu; yasa gereği, zorla, işlenen bir suçun bedeli olarak ya da bir önlem olarak hapishanede tutulur. Gardiyan ise, bir ücret karşılığı ekmek parası hatırına hapishanede bulunur. Anlayacağınız hem tutuklu hem de gardiyan, biri zorla biri zorunluluktan, ikisi de cezaevindedir.
Hapishane her zaman her yerde hapishanedir. Yer, zaman ve kişiler değişse de, hapishane değişmez. Dün neyse bugün de odur. Ve Mahpusluğun tarihi çok eskidir. İnsanın tutsaklığı, insanın insan olma süreciyle başlamıştır diyebiliriz. Özgürlük ve tutsaklık düşman sözcüklerdir, ama hep birlikte var olmuşlardır. İnsanın insa olma süreciyle; hapishaneler, kanunlar, gardiyanlar, tutsaklar, ispiyoncular, demir kapılar bir bir olmaya başlamıştır.
Uzun yıllarını kapalı kapıların arkasında geçiren hemşerimiz Aytekin Yılmaz; "Bu kapıların tümü de kapatmak için kapatılıyor."2 derken, fiziki anlamın çok ötesinde bir güzel hapishaneyi tanımlamaktadır.
Ağır demir kapıların kilitleri arkadan bir kapanmasın. Kapanınca, bir daha tanyeri ağaranda güneşin doğuşunu, akşam kızılında ise batışını seyretmek mümkün olmaz!
Kapı altlarından veya mazgal deliklerinden ekmek, ve ne olduğu belli olmayan yağ, su ve tahıl karışımı yemeğin her lokmasında düşer aklına dışarıdaki sevdiklerin. Ranzanda yatağa uzandığında bir bir sis içinde göz önüne gelir, misafirin olur tanıdıkların. Sonra her şeye dikkat kesilirsin. Asker düdüğü, kapı açılıp-kapanmaları, emir tekrarları, ve sessizliğin çığlığı... Her şey hüzün ve ıstırap verir: Umut hariç!
Hapishanelere perde perde iner karanlık...
Karanlık basar basmaz da insanın içine bir gariplik çöker. "Hapisaneyi ve hapisane adamını tanımak-anlamak ne kadar güçse, onu anlatabilmek, tanıtabilmek belki ondan da daha güç. Hatta o hapisane adamı, onu anlatmak isteyenin bizzat kendisi bile olsa..."3
Ama her şeye karşın mahpus umudunu yitirmemeli; hayata hep iyimser bakmalıdır:
Mutlak bir gün ayrılık bitecek, biliyorum,
Mutlak o günü görür gibi olunca, gülüyorum
Ve ayrılığımızın son ayrılık olmasını,
Kimsenin hasret dokumamasını diliyorum.4
Özgeçmişi
Kâmil kızı Pembe 1325 (1909) yılında Ergani'de doğdu.
Sonra, Muharrem Keçeci ile evlendi.
Daha sonrasını ise, oğlu Kahraman Keçeci şöyle anlatmaktadır:
"Zaman içersinde geçim kaynağı olan kaçakçılık nedeniyle babam hapse düştü. Bu nedenle Annem yıllarca kadın gardiyan olarak çalışmak zorunda kaldı. Görevinin zorluğu nedeniyle, bir erkek gibi olmuştu. 21 yıl bu görevde kaldı.
Sesi güzel olduğu için düğünlere giderdi, tef çalardı. Düğünlerde kadınlara tef çaldığı için, O'na DEFÇİ PEMBE'de derlerdi.
Bir süre de Adliyede Mübaşirlik de yaptı. Hayatı zor geçti denebilir. Ama O, sonuna kadar dayandı, çalışmaktan hiç yılmadı. 4 kız 1 erkek çocuk büyüttü.
17 Aralık 1982'de Ergani'de vefat etti."
Benim çocukluğum ve gençliğimde, evden çarşıya gidiş-gelişlerde Defçi Pembe'nin evlerinin önünden geçerdik. Evleri taştan, iki katlı olup, Beşiktaş Caddesinin üzerinde eski kaymakamlık binasının 300 metre kadar yukarısındaydı. Evlerinin önü daima çok temizdi. Belki gardiyanlığın vermiş olduğu bir alışkanlıktan, her gün evlerinin önü yıkanırdı. Yanılmıyorsam bir de evlerinin önünde üzüm asması, bir arış vardı.
Oğlu Kahraman ortaokul ve lisede okul arkadaşımdı.
Kahraman da, annesi gibi güzel çalgılar çalardı. Lise ve ortaokulda bando takımındaydı.