Müslüm ÜZÜLMEZ
Üçevler’de herkesin yerine nöbete kalan Anam Hava Üzülmez’e…
hüzün sarınca
kayan bir yıldız gibi düşersin aklıma.
ahhh… üçevler…
dut ağacının gölgesinde kaldı gençliğim.
Üçevler; Makam Dağı’ndan bazen çok sert, bazen de serin esen rüzgârların dokunuşuyla okşanan, yaşamımda geçmişe doğru uzanan biraz puslu, biraz silik, biraz da duru hikâyelerin izlerini taşır; Makam Dağı’nın eteğinde, Goconun Tepesi önünde bahçeler içinde Saray Mahallesi’nin bitim noktasında yer alırdı. Çocukluğumun, deli dolu gençliğimin özgür fukara mekânıydı.
Anılarımın hayali gözlerimin önünde. Bahar geldiğinde bahçelerimiz gelinlik genç kızlar gibi süslenirdi. Çiçek kokuları, kuşların cıvıltıları, Abdullah dede ve Zeki amcanın arı kovanlarından çıkan arılarının vızıltıları her tarafı sarardı. Gönülleri hoş duygular doldururdu. Geceler, yıldızların ışıltıları ve böceklerin ötüşlerinin sınırsızlığında çiçek kokardı, ay geceyi gümüşe boyardı. O zamanlar ayın şavkı altında bol yıldızlı gökyüzünü seyretmek çok güzeldi. Bir şarkıydı. Hele geceleri uzun kavak ağaçlarının salınışı… Yaprakların arasına gizlenmiş olan huzur ve hüzün yaprakların hışırtısıyla geceleri ortaya çıkardı. Ağaçlar hep birlikte sonsuzluğun şarkısını söylerdi. Yaprakların hışırtısına cırcır böcekleri eşlik ederdi. Üçevler’deki kavak ağaçlarının alacakaranlığın yeşilimsi aydınlığında yapraklarını küçük yıldızlar gibi ışıldatarak titreyişlerini hiç unutamadım!
Nasıl unutabilirim? Üçevler, salt bir toprak parçası, sosyal bir alan değil, ruhlarımızı biçimlendiren bir mekândı. İbn-i Haldun’un boşuna mı “coğrafya kaderdir” diyor. Hayatımın baharı Üçevler’de geçti; bende özel bir yeri var: Kişiliğimi ve kimliğimi oluşturdu. Sonra zorunlu nedenlerle yeni yerler ve yollar aramaya başladım, ama bütün kapılar kapalıydı uzakların dışında. Güneşin battığı yöne giden yollara düştüm. Yeni bir yer bulmak için yola çıkarken yersiz kalacağımı bilemedim. Köksüz kenger gibi savrulup duruyorum rüzgârın estiği yöne doğru. Yersizim, yola çıkışımın üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen geceleri rüyalarımı süslemektedir hâlâ Üçevler.
Müjdeci ince uzun kanatlı kırlangıçlar her güz;
Baharda yeniden dönmek üzere yuvalarını bırakıp giderler.
Kırmızı Tepenin üzerinden güneş on bir bin kez doğdu;
hâlâ bu umut sürgünü dönemedi gurbetten, hasret sonlanmadı.
Geçmiş, bitmeyen bir anlatıdır; insan doğduğu yerden, memleketinden, akrabalarından uzaklara düşer ve yaşı da orta yaşı aşarsa geçmiş yakaya yapışır kopmaz, aklın bir köşesinde beyni tırmalayıp durur. Geçmişte kalan günler, imge olarak hüznün salıncağında gezinir ve anılar bir bir sökün ediverir. Anıların bu sökün edişini fırsat bilerek zamanı geriye doğru kaydırıp yeniyetmelik çağımın bütün serüvenlerini yaşadığım bu kendi halindeki mekânı, özelliklede 1960’lı yıllarını ve sonrasındaki gelişmeleri kayıt altına alınması açısından kısa notlar halinde, insanın hafızası insanı yanıltabilir notunu düşerek yazmanın iyi olacağını düşünüyorum: Bir zamanlar hep sürecekmiş gibi görünen ve bu yüzden de değeri bilinmeyen şeyleri anlatacağım. Şimdi aradığımız şeyleri… Biliyorum, geçmişi, geçmişte kalmış bulanık anıları, yok olmuş bir yeri anlatmak çok zor, ama denemeliyim. Anıların çekmecesini açarak belki de çocukluğumun unutulmuş duygulanmalarını yeniden bulurum bu sayede. O halde gelin hep birlikte biraz zamanda yolculuğa çıkalım.
1. Üçevler ismi nereden geliyor?
“Nereye bir ad verilmişse, bir sebebi olduğu için o ad oraya verilmiştir. Dünyada sebepsiz verilmiş hiçbir ad yoktur.” İmâmî
Ergani çok eski bir yerleşim yeridir. Makam dağının eteğine kuruluydu. Osmanlı Sancağıydı. 1846 yılında Ergani Sancağı’nın ismi Erganimaden Sancağı olarak değiştirilip sancak merkezinin Ergani’den Maden’e taşınması ve ardından dönemin Diyarbakır Valisi Kurt İsmail Hakkı Paşa (1867-1875) zamanında Diyarbakır-Elazığ Şose Yolu’nun (Karayolu’nun) Ergani’de şuandaki bulunduğu yerden geçirilmesiyle Makam Dağı eteğindeki eski yerleşim yeri, yani asıl Ergani önemini yitirdi. Daha sonra yaşanan “Ermeni olayı yüzünden Hıristiyan halkın çoğu dış ülkelere göçünce ticaret ve el sanatları canlılığını kaybetti. Nüfus azaldı. Belirtilen sebeplerden halk ticaret ve ulaşım zorluğu çekmeye başlayınca Bağür köyü (şimdiki Namık Kemal Mahallesi[1]) civarına göçmeye başladı. İlk olarak Gregi’nin Meyhanesi ile Musa Bey’in Hanı yapıldı. Nahiye Müdürü Kahraman Efendi nahiye merkezini de Kahraman Efendi’nin konağı adı ile yaptırdığı binaya nakletti.”[2]
Göç, 1920 yılından sonra daha da hızlandı. Cumhuriyetle birlikte, kısa zamanda şimdi harabe olan ve Eski Ergani olarak anılan tarihi kasaba tamamen boşalmaya başladı.
Diyarbekir vilayetinde vaki Ergani kazasının manzarası. Yıl: 1315 (1897)
Kaynak: Muzaffer bin Fuad (Çiftlikât-ı Hümayûn-u Askeriye müfettişi)
“Dumanın havada, köpüğün suda iz bıraktığı gibi,” eski kasaba hiçbir iz bırakmadan yok oldu. Devlet dairelerinin, tarihi kalenin, camilerin, medreselerin, kiliselerin, manastırların, evlerin, Müslüman ve Hıristiyan mezarlarının kesme taşları bazı insanlar tarafından eşeklerle taşınıp yeni kurulan kasabada ev yapımında kullanıldı. Böylece eski kasaba zaman içinde viranlaşıp harabeye döndü, Yeni Ergani’de kendisini yeniden var etti. Mekânından, tarihinden, kültürel ve sosyal kimliğinden koparak yeni bir mekânda, farklı bir şekilde varlığını sürdürmeye başladı.
1926 yılında da yeni bir idari düzenlemeyle sancaklar kaldırıldı. Vilayet, kaza, nahiye, kasaba, köy şeklinde idari düzenlemeye geçildi. Erganimaden Sancağı lağvedildi ve sancak bölünerek Ergani (Osmaniye) ilçe olarak Diyarbakır’a, Maden ise Elazığ’a bağlandı.[3]
(Yeni) Ergani’nin kuruluşuna dair bir belge. Belgede kısaca: Diyarbakır’ın Ergani kasabası yakınlarındaki Bakür (Bağür) köyünü teşkil eden evlere yakın bir mahalde arazi-i emiriye üzerine ev ve dükkân gibi bina inşaa olunarak orada bir kasaba teşkiline izin verilerek adının da Osmaniye (Ergani) olarak belirlendiği yazılmakta.
Başbakanlık-Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Tarih: 18/Za/1306 (Hicrî)-[16 Temmuz 1889 (Miladi)], Dosya No:1639, Gömlek No:2, Fon Kodu: DH.MKT
.
Eski Ergani’den aşağıya, bugün bulunan yere göç başlayınca Cüma dede de Yukarı Şehir’de Güllük’te bulunan evini, dedeleri Kavas Mehmed’den kendilerine miras kalan arazileri üzerine, bugün Üçevler olarak bilinen yere kargır, yığma taşlardan üç gözlü kulübeye benzer bir ev yaparak taşınır. Ön taraftaki iki gözde kendisi, arka bölümde ise hayvanlar kalır. Çocukları Zekeriya, Abdullah, Hava, Rahime, Sido Yukarı Şehir’de doğmuşlardır. Daha sonra bu evin batı tarafına Yukarı Şehir’de ölen kardeşi Mehmed’in eşi Minto Nene ve çocukları Ali, Bekir, Seher, Kemo… için kulübeye benzer bir ev daha yapar. Çocukluğumda bu eve Minto (Mintehar) Nenenin Evi deniliyordu. Ardından Cüma dedenin amcasının oğlu Kör Cümo (Söğüt), Cüma dedenin evinin doğu tarafına bir ev yapmış. İşte bu yapılan ilk üç evden dolayı bu mekâna Üçevler denilmiştir.[4]
(Yeni) Ergani’nin kuruluşuna dair ikinci bir belge. Belgede kısaca: Ergani’nin Baküri (Bağür) karyesinde (köyünde) kurulan kasabaya Osmaniye adı verilmesi istenmekte.
Başbakanlık-Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Tarih: 22/Z/1306 (Hicrî)-[16 Temmuz 1889 (Miladi)], Dosya No:1649, Gömlek No:45, Fon Kodu: DH.MKT.
Cüma dedenin kardeşi Abbas dede Üçevler’de ev yapmamıştır; önce kasabada Meydan’a yakın bir yerde ev yapmış, sonra da bunu satarak Büyükbahçe’deki kendi kergesine yerleşmiş.
Sofibekirlerin buraya taşınması tahminen 1920’li yıllarda olmuş. Kör Cumo daha sonra evini yıkıp kasabaya, Saray Mahallesi Beşiktaş Caddesi üzerine taşınmış. Sonraları, 1930’lu yılların ortalarında Cüma dedenin evinin batısına Zekeriya dede, doğusuna da Abdullah dede kendi evlerini yapmışlar. Ardından da Ali ve Bekir amcalar Abdullah dedenin evinin doğu tarafına ayrı ayrı birer ev yapmışlar. Ali ve Bekir amcalar daha sonra 1940’lı yıllarda buradaki evlerini bırakıp kendi hisselerine düşen arazinin alt tarafında Saray Mahallesi’nin bitiminde, Çiftpınar/Çütpınar Yolu kenarında taştan iki katlı birer güzel ev yapmışlar. Ben eski evleri görmedim, ama Bekir amcanın evinin harabesini gördüm. Ali amcanın evinin yerine ise Yahya amcanın ev yaptığı söylenmekteydi.
Cami-i Kebir’in Kapısı. Yıl: 2015.
Lehvada caminin 1921’de yapıldığı yazılmakta.
Yine 1940’lı yılların sonunda Abbas Dedenin Tarlası’nın üst kısmına yakın yerde kendi arazisine Mehmed dedenin kızı Seher (Gülbahar) Bacı, Zekeriya dedenin bitişiğine de Abbas dedenin oğlu Mehmet dayı birer ev yapmışlar.
Babamla anam 1948 yılında evlendiklerinde Abdullah dedenin yanında kalmışlar. Evlenmelerinden iki-üç gün sonra Cüma dede vefat etmiş. Cüma dedenin vefatından 5-6 yıl sonra Cüma dedenin evi üç kısma bölünmüş. Ön tarafta Minto neneye bitişik olan odaya dıştan bir kapı açılarak Cüma dedenin üçüncü eşi Esma neneye bir eve yapılmış ve Esma nene buraya taşınmış. Abdullah dedenin evine olan taraftaki kısım ikiye bölünmüş bir tarafı aralık, diğer tarafı oda olacak şekilde düzenlenmiş ve anamla babam buraya taşınmışlar. Evin arka kısmındaki ahuru/ahırı ise Abdullah dede kullanmaya başlamış.
Cüma dedenin evine taşınınca Esma nene bu evle birlikte Cüma dedenin bir el büyüklüğündeki küçük Kur’an-ı Kerim’ini babama vermiş. Anam da özenle sakladığı bu Kur’an-ı Kerim’i 2013 yılında bana verdi. Kısacası Cüma dedenin bu yadigâr şu an bende.
Yıl: 1918. Osmaniye (Ergani)
Fotoğrafın alt kısmında Almanca “Osmaniye (Alman bölüğünün görevden çekilişi, kapanış günü)” yazıyor. Almanlar 1917’de Ergani ve Maden’e gelir, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilince 1918’de tasını tarağını toplayıp gitmiştir.[5]
1920’li yıllarda Eski Ergani
2015’te (yok olan) Eski Ergani
Tarih: 11.04.1937. (Yeni) Ergani’den bir görünüm. Foto: Veysi Say
Yıl 1965. Ergani’den bir görünüm. Foto: Adil Öztürk
Yıl: 1965. Ergani’nin genel bir görünümü. Foto: Adil Özrürk
Yıl: 2004. (Ergani) Üçevler’den bir görünüm. Foto: Müslüm Üzülmez
2. Üçevler’deki evlerin durumu
“Yazdıklarımın çoğunu unuttuklarımdan çıkardım.”[6]
Ben kendimi bildim bileli Cüma dedenin evinde hep biz kaldık. Ben ve Ali Haydar Abdullah dedenin evinde doğmuşuz; Mitat, Gülnaz, Şahin, Yüksel, Filiz ve Şadan kardeşlerim Cüma dededen kalan evde doğmuşlar. Ama hepimiz Cüma dedenin evinde büyüdük. Ev, yığma taşlardan yapılmış toprak bir damdı. Bir aralık denilen salon ve bir oturma odası, birde oturma odasının arka kısmında müşterek kullanılan kiler ve mutfaktan oluşan bölmelerinden oluşuyordu. Bu bölmelerin arka tarafında, hezan denen ağır yük taşıyan direkler dikilerek bizim oturma alanı olarak kullandığımız alanın büyüklüğünde bir ahur (ahır) vardı. Kışları ahurun bir bölümünde Abdullah dedenin koyunları ve anamın ineği kalırdı. Diğer bölümüne ise ot, saman ve kışlık odun, bişme kazanı ve teşt (leğen) gibi kap kacak konulurdu. Ahurun kapısı aralık dediğimiz salona açılırdı. Hayvanlar kışın bu kapıdan iki üç kez çıkar, iki üç kez de girerdi. Her girip çıkışlarında kap kacakları devirir ya da kırardı, yetmezmiş gibi idrar ve dışkılarıyla aralığı pisletirlerdi. Anam çileden çıkardı. Babam, Abdullah dede, Zekeriya amca, Yahya amca hepsi taşçı ve duvar ustasıydı. Ama ahurun yan duvarından bir kapı açma fikri hiç birinin aklına gelmedi. Çok sonra yan duvardan bir kapı açılması akıllarına geldi. 1970’li yıllarda ise babam evin önüne ufak bir ahur yaptı. Anam inek ve tavuklarını, babam güvercinlerini burada beslemeye başladı. Yazları kimin canı isterse bu ahurun damında uyurdu. Oturduğumuz evin tabanı kitre denen reçineyle bahar aylarında veya sonbaharda kaygan avuç içine sığan zıkıl taşıyla zıkıllanıp (sıkıştırılıp) cam gibi sert ve pürüzsüz yapılırdı. Evin duvarları ağ/ak toprakla badana edilirdi. Aralıkta kapının hemen yanında tabanı ve yanları çimentoyla sıvanmış suluk denilen bir kısım bulunurdu. Yanına her zaman içmek için bir su küpü veya desti (testi) konulurdu. Suluk dediğimiz bu yerde elimizi yüzümüzü yıkar, kaplar yıkanır ve kazanlarda ısıtılan su ile burada banyo yapardık. Küçük çocuklara kışın oturma odasında sobanın yanına konulan leğende banyoları yaptırılırdı. Aralıkta ayrıca bir kara ocah (ocak) vardı. Kışın, yağışlı ve soğuk havalarda burada yemek ve ekmek pişirilir, banyo ve çamaşır suyu kaynatılırdı, yazın ise evin önünde bulunan kozikteki[7] ocakta bu işler yapılırdı. Yemekler bazen de kapı önünde mantizda[8] pişirilirdi. Milattan önce yaşamış ünlü Romalı ozan Vergilius sanki çocukluğumda benimle birlikte Üçevler’de yaşamışçasına tarihin derinliğinden gelen tanıklığı ile o günler şöyle anlatır:
“Bir ocağımız vardır, yağlı çıralarımız,
Bol bol ateşimiz,
Süresiz sisten kararmış kapılarımız
Vardır burada.”[9]
Evlerde kullanılan kap kacağın tümü bakırdı: Kazan, teşt, leğen/lengeri, kevgir/süzgeç, sini, kuşğana/tencere, tava, üsküre/tas, su tası, tabak ve daha niceleri. Sadece küpler, su testisi ve güveç kabı topraktandı. Sonraları çok sınırlı sayıda porselen tabaklar sofralarımızda görülmeye başladı. 1960’lı yılların sonunda alüminyum, çinko emaye ve plastik kaplar yaşamımıza girdi ve bunlar sonradan bakır kapların pabucunu dama attı.
Kilerde bulunan küpler o zamanlar büyüklük ve renklerine göre değişirdi. Renk olarak kil renkli ve yeşil olmak üzere iki türdü. Kil renkli olanlara genellikle un ve bulgur gibi zahire/tahıl ürünleri, kesme, sucuk, pestil gibi yemişler; yeşil renkli ve sırlı olanlara ise yağ, kavurma, peynir, pekmez bırakılırdı. “Bizim oralarda zenginlik ölçüsü, kilerin büyüklüğü, kilerdeki küp sayısı ve onların da göbekli ya da sıska oluşlarıyla ölçülürdü.”[10]
Yazları serin olduğundan genellikle aralıkta otururduk. Duvar diplerine minder ve yastıklar konulurdu. Tek odamız ise bizim her şeyimizdi; burada kahvaltı yapar, yemek yer, oturur, oyun oynar, boğuşur, ders çalışır, misafir ağırlar ve yatardık. Yemeklerimizi yer sofrasında, bağdaş kurarak topluca yerdik. Odamızın ön cephesinde bulunan yaklaşık 60×80 cm boyutundaki küçük bir pencere aydınlanmayı sağlardı. Kapılar dar ve alçaktı. Kışın çok kar yağdığı ve şiddetli tipi olduğu zamanlar kapı ve penceremiz kardan kapanırdı. Karanlıkta mahsur kalırdık. Abdullah dede ya da Yahya veya Zeki amca karları kürekle temizleyerek bizleri karın esaretinden kurtarırlardı.
Müslüm Üzülmez. Yıl: 1973.
Üçevler’deki evimizin önünde çekilmiştir.
Pencerenin dibinde duvar boyunca tahta sedir uzanırdı. Kışın sedirin üzerine minder serilir, duvarlara gelen kısımlarına da yastıklar yerleştirilirdi. Yastıkların üzerinde elle işlenmiş güllerin yeşil yaprakları ve kırmızı kuş gagaları yastıkların örtüsünü süsleyerek eşyasız evimizi zenginleştirirdi. Minderlere alaca bez serilerek, yastıklara kanaviçe işlemeli beyaz kılıflar geçirilerek sedir güzelleştirilirdi. Anamın evinde bunlar halen var. Misafirler geldiğinde mutlaka sedirde oturtulurdu. Yere halı serilmezdi, kilim serilirdi. Duvara Kahveci Güzeli duvar halısı asılırdı. Yan duvar diplerine minder ve süslü yastıklar konulurdu. Kışın odun sobası bu odada yanardı. Üşüdüğümüzde, çarşıdan veya okuldan geldiğimizde hemen sobanın başına toplanırdık. Sobadan düşebilecek köz ve külden kilimleri korumak ve de kirlenmeyi önlemek için sobaların alt kısmında sac veya tenekeyle kaplı tahtadan yapılmış soba altlıkları olurdu. Soba altlıkları Abdullah dedenin vurduğu davşanların güneşte kurutulmuş arka ayaklarıyla (fırça gibi kullanılarak) temizlenirdi. Temizlenen kül ve pislikler ateşküreği denilen carıtla alınarak dışarıya, kapı önünde çöplüğe atılırdı. Odanın arka duvarında yüklük dediğimiz bir yer vardı. Yatak ve yorganlar buraya bırakılır ve yüklük desenli bir perdeyle kapatılırdı. Üçevler’de hemen hemen bütün evlerde yüklüğün önünde mutlaka ceviz ağacından yapılmış bir Çeyiz Sandığı bulunurdu. Çeyiz Sandığı’nın içerisinde genellikle kadınlara ait çok kıymetli giysiler, nesneler ve süslenme malzemeleri yer alırdı. Sandıktaki nesnelerin güve ve benzeri haşerelerden zarar görmemesi için atmosfer ortamında kolaylıkla buharlaştığından beyaz pulcuklar biçiminde billur yapılı naftalin denilen bir kimyasal serpiştirilirdi.
Odanın arka tarafında kiler ve mutfak olarak kullanılan alanda kap kacaklar, küpler ve her türden yiyecek malzemeleri bulunurdu.
Bizim oturduğumuz evin hemen bitişiğindeki evde Esma nene kalırdı. Ev, aynen bizim oturduğumuz ev gibiydi. Yığma taşlardan küçük bir dam eviydi. Ufak bir aralık ve ufak bir odadan oluşuyordu. Burada Esma nene yalnız, kendi başına kalıyordu ve ölünceye kadar da burada kaldı. Esma nenenin evinin bitişiğinde Minto nenenin küçücük bir evi vardı. Minto nenenin evinin düzenini hatırlamıyorum. Esma ve Minto neneler 1971’de vefat ettiler. Bunların vefatından sonra oturdukları evleri babam bizim oturduğumuz eve kattı.
Minto nenenin oturduğu evin yanında Zekeriya amcanın iki katlı taştan yapılmış evi -zamanına göre konağı- yükselirdi. Tahminen 1930’lı yıllarda yapılmıştır. Minto nenenin evi ile aralarında 2-3 metrelik bir boşluk vardı. Taş yapının üstü toprak damdı, arka kısmında ise tek katlı ahur ve samanlık olarak kullanılan bitişik bir yapı daha vardı. Ev önce tek katlı olarak yapılmış ve bir zaman burada oturmuş, daha sonra ikinci katı yapıp üst kata taşınmış. Ben tek katlı halini görmedim. Alt katın girişinde örtme dediğimiz ön tarafı açık olan bir mekân bulunurdu. Burada bir kara ocak vardı. Üç duvarı taş ve kerpiçtendi. Alt katın giriş kapısı buradaydı. Kapısı çok güzel ve sağlamdı. Demircilere özel olarak yaptırılan desenli mıh (çivi) ve dökme demirli kapı tokmağıyla süslenmişti. Arkasında çengeli vardı. Antika değerinde bir özelliği sahipti. Kapı, aralık dediğimiz kısma açılırdı. Kapı girişinde suluk, aralığın Minto neneye olan tarafında ahur, Mehmet dayıya olan tarafında oturma odası, odanın arkasında da kiler vardı.
Bildiğim kadarıyla alt katta değişik tarihlerde Yahya amca (1953’te), Şayize (Uğur) ablalar ve Minto nenenin torunu Kirvem Palas Musto (Mustafa Güler/Üzülmez/d.1926-ö.1992) aileleriyle birlikte kiracı olarak kalmışlardır. Ahurda inek beslenirdi. Ayrıca Zeki amca burada yaptığı tarda[11] güvercin, tavuk ve gereze (hint) horozu beslerdi. İkinci katta örtmenin üstü eyvandı. Eyvana ahurun önünden duvara bitişik şekilde yapılan taş merdivenlerden çıkılırdı. Bu merdivenin orta kısımlarında ahur duvarında yaklaşık 20×20 cm boyutlarında çok küçük bir pencere vardı. Bu delikten güvercinler, tavuklar girip çıkardı ve ayrıca ahur hava almış olurdu. Üst katta aralığın kapı girişinde suluk bulunurdu. Aralığın sağında ve solunda ise odalar vardı. Doğuya taraf olan odanın arkasında banyo, batıdaki odanın arka kısmında kiler mutfak yer alırdı. Zekeriya amcamlar ikinci katta kalıyordu. Zeki amca evlenince, o da ikinci katta batıdaki odada kaldı. Zaten çocukluğundan beri burada kalmaktaydı.
Zekeriya Üzülmez’in iki katlı taş yapılı evinin yıkık hali. Yıl:2004
Bu yapı sonradan yeni sahiplerince yıkılarak yerine beton bina yapmıştır.
Evin önünde, merdivenlerin hemen yanında arış dediğimiz mısabak üzümünün çardağı bulunurdu. Salkım salkım üzümü olurdu ve üzümleri harikaydı. Şado abla üzüm salkımlarını koparmayalım diye salkımları her gün sayar ve Zekeriya amcaya arışın dibinde nöbet tuttururdu. Ayrıca evin önünden geçen yolun alt kısmında, tarlanın batı üst kısmında ufak bir çevrili alan vardı. Burada küçük çapta soğan, maydanoz, isot (biber), frenk (domates), balcan (patlıcan), pürçikli (havuç), turp ekilirdi. Bir köşesinde de tenekeden yapılmış bir abdesthane (tuvalet) vardı. Bu abdesthane Üçevler’in ilk tuvaletidir. 1979’da Zeki amca abdesthanenin yanına bir çam ağacı dikti. Bu fidan bugün gökyüzüne yükselen yetişkin bir çam olarak rüzgârda elektrik tellerine sürtünerek yok olan yeşilliğe ve geçmişe ağıt yakmaktadır.[12]
Bizim evin doğusunda boş bir alan bulunuyordu. Bu boş olan alanda daha önceleri Kör Cümo (Söğüt) ev yapmış. Sonraları bir anlaşmazlık sonucu buradaki evini yıkıp kasabaya taşınmış. Bu evi ben görmedim. Bizim evin doğu tarafındaki bu boşluktan sonra Abdullah dedenin taştan yapılı iki katlı evi -zamanına göre köşkü- vardı: 1945’lerde birinci katı, 1953’lerde ikinci katı yapılmış. Bu iki katlı yapının hemen arkasında ise tek katlı bitişik iki bölümlük bir yapı daha vardı. Bir bölümü samanlık, diğer bölümü zahire ambarı olarak kullanılırdı. Abdullah dedenin evinin alt katında, kapı girişinde suluk, suluğun biraz yukarı kısmında kara ocak, sonrasında da aynı hizada kiler kapısı bulunuyordu. Aralığın doğu tarafında kiler, batı tarafında ahur vardı. Kilerin arka kısmında dedenin zahire ambarı gibi kullandığı bölümün girişi kilerdendi. Kilerde her cins ve boyda küpler, yiyecekler, kap kacak olurdu. Arka kısmında ise tüketilecek tahılların ve tohumluk buğday, arpa, darı, nohut, mercimek, küşne için özel yapılmış ve etrafı çamurla sıvanmış saplardan örülü kewar denilen çok büyük sepetlerin ya da küplerin içersinde muhafaza edilirdi. Dede muhafaza edilen tohumları farelerden, karıncalardan ve damdan kışları akacak su damlalarından oluşacak zararlarından korumak için buraya gözü gibi bakardı. Ahurda eşek ve öküzler barınırdı. Ahurun arka tarafı samanlıktı. Kiler ve ahurun güney cephelerinde 30×30 cm boyutunda birer açık pencere bulunuyordu ve pencerelere hırsızların girişini engellemek için yukardan aşağıya doğru işaret parmağı kalınlığında şiş geçirilmişti. Üst kata, iç kısımdan, aralığın arka duvarına bitişik olan yerde bulunan taş merdivenlerden korkuluklara tutunarak çıkılırdı. Merdivenlerden çıkılan kısma (salona) köşk deniliyordu. Köşk denilmesinin nedeni, kanımca ön tarafında tahtadan yapılmış yaklaşık bir metre uzunluğunda bir çıkmanın, yani cumbanın olmasındandı. Cumbanın her üç tarafında da pencereler vardı. Köşk denilen salonun sağında ve solunda birer oda bulunurdu. Dedemler genellikle batı tarafında bulunan odada kalırlardı. Doğu yönünde olan oda misafir odasıydı. 1970’li yılların başında, bizim oturduğumuz Cüma dededen kalma toprak dam (ev) oturulmaz duruma geldiğinden, yeniden yapılmak üzere yıkıldı. O dönem biz ailece hepimiz yıkılan evin bir odası yapılıncaya kadar bu misafir odasında barındık. Kilerin önünde bulunan arışın (asma ağacının) altı oturmaların, sohbetlerin bulunmaz mekânıydı. Mısabak üzümleri ise çok güzel ve lezzetliydi. Korukken yemeye başlardık. Sadece biz çocuklar değil, bal arıları, sarı arılar, kuşlar da bizler kadar bu üzüme düşkündüler. Zelo nene üzüm salkımlarını koparmayalım diye gözünü arıştan ayırmazdı. Süt ve yoğurdun bol olduğu zamanlar ise; Arışın altında tuluhla ayran yayarım/ Hem ayran yayar hem hayal kurarım… türünde ezgiler söyleyip ayranını yayardı.
Evin önünden geçen yolun altında Abdullah dedenin bir arı damı vardı. Dede burayı arı kovanları için yapmıştı. Arı kovanları kara kovandı. Damın üç tarafı taş duvar, önü açıktı. Üst kısmı topraktı. Giriş kapısı arka duvardandı. Bal arıları yaz kış burada kalırlardı. Kovan giriş delikleri kışın sıvanır kapatılırdı, baharda açılırdı. Yaz geldiğinde arı damının üzerinde her zaman mutlaka geceleri yatanlar olurdu.
Arı damının gözeye olan tarafında ise zibillığ bulunuyordu. Kışın hayvanların kıkı[13], fışkı[14] ve dışkıları buraya atılır, baharın ya da yazın da buradan alınarak gübre olarak ekinlerde kullanılırdı. Yazları zibillığdaki kızışmış gübre kokusu havuştaki hayvanların ter ve sidik kokusuna karışarak gül kokusuna zıt doğal bir parfüm olarak çevreye nahoş bir koku yayardı. Akşamları günbatımına yakın zibilliğin üzerinde küçük sinekler oğul vermiş gibi havada kaynaşırdı, kırlangıçlar ve karanlık basınca da uçuşan gece kuşları (yarasalar) sinek, sivrisinek ve değişik uçan böçekleri afiyetle kursaklarına indirirdi. Kırlangıçların evlerin önünde havada yaptıkları uçuş gösterileri tam bir seyirlikti. O zamanlar zibillikteki gübreye mayıs deniliyordu ve gübre olarak kullanımının dışında ayrıca tezek yapılarak ocaklarda yakıt olarak kullanılıyordu.
Ayrıca Abdullah dede, bizim oturduğumuz ev ile kendi evinin arasındaki boşluğun önüne kısmına, arı damının hizasında koyunlar için bir havuş yapmıştı. Havuş, kavak ağacının dalları ve tahtalar birazcık toprağa gömülmüş ve yanlamasına da sırıklara çivilerle ya da tellerle tutturulmuş yaklaşık 30 m2 civarında dörtgen şeklinde çevrili koyunların yazlık barınağına deniliyordu. Uyduruk bir yapısı ve kapısı vardı. Yazları koyunlar havuşa, kışın ahura bırakılırdı. Çoban köpekleri olmasına rağmen bir defasında gece kurtların havuşa girmeleri sonucu 5-6 koyunun parçalandığını hatırlıyorum. Abdullah dede çok kızmış, nevri dönmüştü[15]; özelliklede kurdu gördüklerinde kuyruklarını bacakları arasında saklayan kangal kırması köpeklerine. Gözleri fıldır fıldır dönüyor, huylandığından ağzından küfürler saçılıyordu. Zor sakinleşmişti. Önceleri Çomar isminde kurtlara aman vermeyen meşhur bir destanlaşmış çoban köpeği varmış. Tüm köpeklerinin Çomar gibi olmasını istiyordu, ama Çomar gibi bir köpeği sonradan hiç olmadı. Abdullah dede bir keresinde de Büyükbahçe’nin batısında bulunan derede dişi bir kurt vurdu. 12-13 yaşlarında olmalıyım. Derede dişi kurdun cinsel organı bıçakla kesilerek alındı, bu küçük et parçası parçalara bölünerek eşe dosta dağıtıldı. Bu parçacıkların hamaylı biçiminde boyunlarda ya da pazubent şeklinde kollarda taşınacağı söyleniyordu. O zaman buna bir anlam verememiştim ve sorularım da yanıtsız kalmıştı. Her durumda işlerin iyi gitmesi, şans ve uğur getirmesi için bunun yapıldığını; üzerlerinde taşımalarının nedenini ve çok şansı olanlar için söylenen “üzerinde kurt amcığı var” deyişinin anlamını çok sonraları öğrendim.
Zekeriya amcanın evinin batı tarafında bitişiğinde Mehmet dayının evi vardı. Tek katlı toprak bir damdı. Bizim ev gibi yıkıldı yıkılacak bir hali vardı. Bir aralık ve bir odadan oluşmaktaydı. Odanın arka tarafı kiler olarak ve kap kacak bırakmak için kullanılırdı. Aralığın arka tarafına kışlık odun, ot, saman bırakılırdı ve zaman zaman da burada inek beslenilirdi. Suluk, tüm evlerde olduğu gibi aralıkta kapı girişindeydi, kara ocak ise bir tane aralıkta ve bir tanede evin yan tarafında bulunan kozikteydi.
Mehmet dayının evinin batı tarafında Seher bacının evi vardı. Bu iki ev arası yaklaşık 130 m. idi. Ev kısmen taş, kısmen de kerpiçten yapılmıştı. Toprak damlıydı. Aralığı doğu tarafında, ama giriş kapısının olduğu duvarı iki metre kadar içteydi. Aralık önünde oluşan bu kısmın üstü kapatılmıştı ve direklerle desteklenerek örtme yapılmıştı. Kış aylarında bu örtmede çokça oyun oynadığımızı hatırlıyorum. Oda batı tarafındaydı. Odaya aralıkta bulunan tahta bir merdivenle çıkılıyordu, çünkü altında ahur vardı. Ahurun kapısı dıştandı. İnek beslenirdi. Odanın arka kısmı ise kiler ve mutfak olarak kullanılıyordu. Ocak, hem evin önünde hem de aralıkta vardı. Suluk aralık kapısının girişindeydi. Seher bacı bu evde torunu Hayri ile birlikte kalıyordu. Hayri’nin annesi çocukken öldüğü için nenesi büyütmüştü kendisini. Kocası Kadir Gülbahar enişteyi gördüğümü hatırlamıyorum.
Abdullah dedenin evinin güneydoğusunda bir de Yahya amcanın tek odalı bir evi vardı. Bu evin yerinde daha önceleri Ali amcanın evi varmış. Ali amca yeni yaptığı eve taşınınca Yahya amca yıkılan bu evin yerine kendisi bir ev yapmış. 1960’lı yılların ortalarında bu evi yıkıp yerine yeni bir ev yaptı. Sonradan yapılan ev taş kerpiç karışımlı tek katlı ve toprak damlıydı. Dereye ve gözeye en yakın evdi. Önünde büyük bir iğde ağacı vardı. Baharın iğde ağaçlarının sarıçiçeklerinin kokusu yanı başında bulunan zibilliğin kokusunu bastırırdı. Kül rengi yapraklı iğde ağaçlarının diplerinde her zaman kırmızı ibikli horozlar[16], tavuklar, ferikler (piliçler) eşelenir, çocuklar oyun oynardı.
Evin batı tarafındaki bölüm aralık, doğu tarafındaki odaydı. Odanın arkasında kiler mutfak, aralığın arkasında ise odun, kap kacak konulan ve bir perdeyle kapatılmış bir alan vardı. Suluk giriş kapısının arkasındaydı. Kara ocak hem aralıkta, hem de evin batı tarafında bulunan kozikte bulunuyordu. Evin önünde, biraz doğusunda bir boş alan vardı. 70-80 m2’lik bu çevrili alana yeşillik ve sebze ekiliyordu. Ekili yerin bitim noktasında çeper olarak iğde ağaçları ve kuşburnu türü çalı vardı. Üç evlerin tavukları burayı da çok severdi. Yahya amca bu evde 4-5 sene oturduktan sonra ailece evini İstanbul’a taşıdı.[17] 1980’li yılların sonunda, geri döneceğini düşünerek babama para gönderip taş ve tuğladan yeniden güzel bir ev yaptırdı. Evi, babam kendi eliyle yaptı. Bu ev, Mehmet dayı ile Seher bacının evinin ortalarında, yolun hemen üstündeydi. Geri dönüşün olmayacağını anlayınca, yaptırdığı bu evi de sattı.
Üçevler’de bulunan evlerin tümünün o zamanlar üstü (damı) düz topraktı. Çatılı ve beton olan ev yoktu. Yağmur ve kar yağdığında toprak su geçirmesin, damlamasın diye loğ denilen silindir taş damın üzerinde bir düzen dâhilinde loğdurla[18] gezdirilerek sıkıştırılırdı.
Süvük denilen duvarların üstündeki çıkıntılar (saçaklar) ise sıkıştırmak için tokaçlarla tokaçlanırdı. Kar yağdığında mercefe (kar küreği) ile karlar kürenip temizlenir ve sonra loğlanırdı. Bu işleri genellikle erkekler yapardı. Kışın sert geçtiği, yağmurun sürekli yağdığı, rüzgârın yaman estiği zamanlarda dam loğlamak, kar küremek ve süvükleri tokaçlamak tam bir zulümdü. Dam üstünde biriken kar ve yağmur suları teneke, sac veya oyulmuş ağaçtan yapılmış çortan denen bir oluk sayesinde dam dışına akıtılırdı. Kışları ve baharları en çok yağdıran yağmuru yağardı ve damlaları da yüzümüze kırbaç gibi inerdi. Pükte, yani tipi olduğunda ve yağmur her yağdığında hava soğuk rüzgâr kokardı ve damlar hep loğlanırdı. Şimdi bilmiyorum, o zamanlar Üçevler’in rüzgârı bir başkaydı; yaman eserdi. Estiği zamanlar insan sesi, kuş sesi duyulmaz olurdu. Sadece uluyan öfkeli rüzgârın uğultusu ve bazen de rüzgârın uğultusuyla birlikte insanın içini ürperten kurtların uluma sesi duyulurdu.
Bölgemizde, Ergani’de ve Üçevler’de damların düz oluşunun mutlaka nedenleri vardır diye düşünmüşümdür. H. W. M. Hodges bu konuda şu yorumu yapmaktadır: “Şehirlerde düz dam kullanılmasının yağmur suyunun etkin bir şekilde akışını sağlamaktan daha başka bir nedeni olmalıdır… Düz damların yaygınlaşması şehirleşmenin ileri safhalarında ortaya çıkmıştır ve düz dam şehirleşmenin olmazsa olmazı olmuştur. Şehirde arsa bedelleri çok yükselince bahçe ya da avlu sahibi olabilmek sadece zenginlere özgü oldu. Ama temiz bir alan ekonomi için önemliydi çünkü sebze, meyve kurutmak ancak böyle yerlerde yapılabiliyordu. Bugün Ortadoğu’da düz damlar önemlidir ve sadece ev işleri için değil sokakların sağlayamadığı temizlik ve güvenliği, kadınlara sığınabilecekleri bir mekânı, seklüzyonu[19] sağlar”.[20]
Damların bir kısmına ağaç merdivenlerle, bir kısmına da uygun yerlerden duvar bitişiğine yapılan taş sekilerden çıkılırdı. Toprak düz damlar yazın evleri serin, kışın sıcak tutardı. Ayrıca düz dam yazları çok işe yarardı: Salça teştleri damlara çıkarılırdı; üzüm, kaysı, erik, vişne, dut damlarda kurutulurdu; kaynatılan bulgur kuruması için damalara serilirdi…
Ve sıcak yaz gecelerinde, göz kırpan yıldızların altında insanlar damlarda yatardı. Bazı aileler evlerinin önüne veya damlarına taht kurardı, bazı ailelerde düz damlarına doğrudan yataklarını sererdi. Damda yataklarımızda yatarken şairin “Akanyıldızlar gökteki nöbetçilerin cinlere attığı oktur,”[21] dizesinden habersiz olarak gökyüzünde kayan yıldızlara üzülür ve en parlak yıldızları gizliden sahiplenirdik. Gökyüzünde altın gibi ışıldayan parlak ayın değirmi ve orak arası farklı biçimlerini, değişimini hayranlıkla izlerdik. Gecenin gümüşi karanlığında evrenin muazzam güzelliğine şaşardık. Damda yatmanın bazen de riski vardı. Fırtına çıkabilir, yağmur yağabilir, daha da önemlisi çoğu kez çocuklar, bazen de uyku sersemi büyükler damdan düşebilirdi. 6-7 yaşlarındayken bende bir defa damdan düştüm. Gözlerim iltihaplandığı için anam gözüme gözotu ilacını sürüp tülbentle bağladı, kendisi evde iş yapmaya gitti. Gözü bağlı yataktan kalkınca pat aşağıya düştüm. Ağlamamı duyan başıma toplandı. Neyse ki düşme kalıcı bir hasar yaratmadı. O dönem sadece bizler değil, Beşiktaş’ında, Ergani’de çok insan damlarda yatardı. Kötü, pis şeyler çok ender olurdu. Çünkü herkes birbirini tanır ve birbirilerine karşı saygılıydı. Güven vardı. Ergani’de şimdi damlarda yatan var mı acaba? Zanetmem. İnsanlar evlerinin içinde bile güvende değil!
Üçevler’de bulunan evlerin hiçbirinde elektrik yoktu. Aydınlanma idare (çıra) ve gaz lâmbalarıyla yapılıyordu. Zaten o dönem Ergani’de de elektrik yok sayılırdı. Eski hastanenin ön taraflarında küçük bir elektrik jeneratörü (santral) vardı. Jeneratörün soğutma sistemi jeneratör binasının yanında bulunan havuz suyu ile çalışıyordu. Bu havuzda yazın mahalleli çocuklar yağlı (mazotlu) suda çimmerek (yıkanarak, yüzerek) serinlenirdi. Bu jeneratörle üretilen kısıtlı elektrik enerjisi belirli zaman aralıklarında devlet dairelerinde ve bir kısım yönetici devlet adamları ile eşraftan bazı şahısların evlerinde kullanılırdı.
1970’li yıllarda Ergani elektrik şebekesi ulusal elektrik şebekesine bağlanınca Ergani geneline ve Üçevler’e direkler dikilip elektrik akımı verildi. Evlerde elektrik ampulü yanmaya başlayınca Abdullah dede evindeki gaz lâmbasını sevinçle evin önündeki tarlaya dikip tüfeğiyle nişan alıp devrimci bir vuruşla karanlıktan aydınlığa geçişi kendi tarzında selamladı. O anda, Üçevler’de bulunan tüm torunlar dedemizin çevresinde toplanarak hem gaz lâmbasının parçalanışını temaşa etmiş hem de elektriğin gelişinin sevincini yaşamıştık.
Evlerin hiç birinde mobilya yoktu. Yataklar yüklüğe konurdu. Sınırlı olan elbiseler ya duvar askısında asılır ya da sandıklara bırakılırdı. Yerde oturur, yerde yer, yerde yatardık.
Evlerde su tesisatı da yoktu. İçme ve kullanma suyu evin önündeki pıhardan (pınardan, gözeden, çeşmeden) karşılanırdı. Su evlere sıtıllarla (kovalarla), tenekelerle, testilerle yaz kış taşınırdı. Bulaşıklar ve ufak çaplı kirli çamaşırlar bazen gözeye götürülüp yıkanırdı. Bazen de çamaşır kazanı gözenin yanında kurulur ve çamaşırlar tümden burada yıkanırdı. Yıkanan temiz çamaşırlar gözenin yakınında bulunan iğde ağaçlarının dalına serilerek kurumaya bırakılırdı. Bulaşıklar çoğunlukla külle, azıcıkta sabunla yıkanırdı. Çamaşırlar ise sabun ve sodayla yıkanırdı. Çamaşır yıkarken çamaşır kazanında ısıtılan suyun içine kül veya kil toprak atılarak suyun sertliği alınırdı önce. Deterjan denen kimyasallar bilinmezdi. Zaten yoktu. Kuşların, arıların, kedi ve köpeklerin yanında evlerde beslenen büyük ve küçükbaş hayvanların tümü bu gözeden bolca nasiplenirdi. Evlere içme suyu tesisatının çekilişi 1970’li yıllarda başlandı.
Üçevler’de her zaman bir çoban köpeği bulunurdu ve ismi de hep çomar olurdu. Evcil hayvanları susuz ve aç bırakmak günahtı, bu nedenle kedi ve köpeklerin yemek yemesi ve su içmesi için evlerin önünde birkaç yerde değişik boyutlarda taştan oyulmuş yalak denilen kaplar bulunurdu. Ama bu yalaklardan kedi ve köpeklerden ziyade daha çok tavuk ve serçeler faydalanırdı.
Üçevler’de en önemli sorunlardan biri tuvaletti. Evin içinde tuvalet olmaz anlayışından olmalı ki, evlerin hiçbirinde tuvalet yoktu. Ahur/ahır, bağ, bahçe, tarla, dere, çalı dibi… her yer tuvaleti. Kanalizasyon yoktu. 1960’lı yılların ortalarında ilk olarak Zekeriya amca evinin önüne tenekeden bir tuvalet yaptı, abdesthane denildi. Abdesthanenin pislikleri hemen yanında açılan üstü kapalı toprak çukura (foseptiğe) verilirdi. Diğer evler 1970’li yıllarda tuvaletle tanıştı. [22]
Üçevler’den bir görünüm. Yıl: 1996. (Fotoğrafın arka tarafında yarı gözüken sağdaki iki katlı taş yapı Abdullah Üzülmez’in, soldaki ise Zekeriya Üzülmez’ın kendi elleriyle yaptığı evleridir. Şimdi her ikisinin de yerinde maalesef yeller esmektedir.)
Kısaca yaşadığımız barınma mekânları, evlerimiz böyleydi. Bu konuyu burada bitirirken şunu da hatırlamakta fayda vardır: “Ve bütün sosyal gerçeklikler gibi, evin de mekân olarak boyutları ve anlamı tarih boyunca değişip durmuştur. Köleci dönemin efendisi; feodalin senyörü, köylüsü, serfi; kapitalistin malikânesiyle proleterin damı, ayrı ayrı sosyal, giderek siyasal gerçekliklerdir. Vaktiyle devrimci, ‘Saraylara ölüm, kulübelere özgürlük’ diye haykırdığında, sloganı bir yakıştırma değil, bir düzensizliğe adil bir çözüm arama ihtiyacının dile getirilişidir.”[23]
3. Ölülerimizin yattığı mekân: “Aile Mezarlığı”
“Damların üstünde dönüyor
Dönüyor yorgun baykuşlar”[24]
Şimdi biraz da kısaca ölmüşlerimizin mekânına değinmek istiyorum. Kavas Mehmed’in, Sofibekir’in, Sofibekir oğlu Mehmed’in mezarları yıkılıp harabeye dönen yukarı şehirde olup, bugün mezar yerleri bilinmemektedir. Yukarı şehirden taşındıktan sonra vefat eden aile fertlerine ait mezarlar Çiftpınar/Çütpınar Yolu üzerinde bulunan “Aile Mezarlığı” olarak bilinen yerdedir. Eskiden bu mezarlığın sahipsiz bir hali vardı. Mezarlar topraktı ve mezar sınırını belirlemek için baş kısmında birazcık büyük bir taş, mezar çevresinde ise küçücük taşlar bulunurdu. Taştan ve mermerden yapılan mezar yoktu. Mezar taşlarına isim yazmada yoktu. Sonradan, 1980’li yıllarda taştan ve mermerden mezar yapımına başlandı. Çok eskiden yaşama veda edenlerin mezarların toprak olması nedeniyle, yeni nesil bazı mezarların kimlere ait olduğunu ya da Cüma dede, Abbas dede gibi aile büyüklerimizin mezarının hangisi olduğunu tam bilmemektedir. Cüma dedenin mezarının ardıç ağacının altında olduğu söylenmektedir. [25]
Asıl üzücü olan ise mezarlığın imar planında yer almayışıydı. Mezarlık, ruhsatsızdı. Çok yakın bir zamanda, 2011 yılında mezarlık “Ergani Belediyesi Üzülmez Aile Mezarlığı” olarak imar planına işlendi ve ruhsatlandırıldı. Bu hayırlı işi kardeşim Şadan gerçekleştirdi. Ben, kendi adıma kardeşim Şadan’a ve ruhsatlandırma çalışmasında yardımlarını esirgemeyen dönemin Ergani Belediye Başkanı Sayın Fesih Yalçın’a çok teşekkür ediyorum. Hizmetiniz unutulmayacaktır!
Ergani-Çiftpınar Caddesi/Makam Yolu üzerinde bulunan aile mezarlığımız (2013)
Zamanla her şey değişiyor. Gelişen sosyal, ekonomik ve başka nedenlere bağlı olarak Üçevler’de olanlar bugün dört bir yana dağıldı. Bu dağılmanın sonucu vefat edenlerin cenazeleri de dört bir yanda defin edildi ve durum ileride daha da sayısal olarak artacaktır: “İnsan doğduğu ve yaşadığı yerin toprağı gibidir. Ölünce de benzediği topraklara gömülmek ister. Yaşarken toprakla bağımızı kopardılar. Öldüğümüzde hangi toprak kabul eder ki bizi?”[26] Şuanda Hatice (Yerlikaya) Üzülmez İstanbul’da, Zeki Üzülmez Elazığ’da, Naile (Üzülmez) Kaya Çermik’te, Hamza Üzülmez Bursa’da gurbet ellerinde mezarlarında uyumaktalar.
4. Üçevler’in doğal yapısı
“Yıldızların bizim için parladığı anları görmeyen gözlerimiz, gün gelir, hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir.”[27]
Abdullah dedenin evinin doğu tarafında, Recep Amcanın Tarlası’nın bitişiğinde bir dere bulunurdu. Derenin adı yoktu, sadece dere deniliyordu. Dere, Goconun Tepesi ve Beşiktaş arasındaki vadiden başlayıp evin önündeki bahçe ile Recep Amcanın Tarlası arasında sinor (sınır) oluştururdu. Saray Mahallesi’nin üst tarafında bulunan evlerin oradan geçerek Kado Ahmed’in evinin orada kanalizasyon kanalına ulaşırdı. Dere kışları ve bahar aylarında coşar, yazları ise kururdu; baharın kelebekler, yazın karasinekler bol bol uçuşup dururdu. Derenin bazı yerlerinde, sağında veya solunda kendiliğinden olan karaçalı, böğürtlen, itburnu (kuşburnu) gibi çalı çırpı hem doğaya güzellik katardı hem de kuşlara, sürüngen ve böceklere barınak oluştururdu. Çalıların altında tosbağalar (kaplumbağalar) tokuşur ve gezinirdi. Değişik renklerde havanın çiçekleri narin elpenekler (kelebekler) dere boyunca havada uçuşurdu. Ağustosböçekleri bahçelerimizi şarkılarıyla çınlatırlardı. Derenin bahçe sinorunda bahçeyi sel sularından korumak için çoğu yerde yığma taşlardan setler yapılmıştı. Setlerin bazı kesimlerinde kendiliğinden yetişen iğde, karaçalı, böğürtlen, itburnu kümeleri bahçeye hem siper olur ve hem de bahçeye ayrı bir renk katardı. Yazın yılanlar gölgelerinde kölor[28] olur uyur, çalıkuşları çalıların içinde oynaşırlardı. Bizler, bu renk ve koku denizinde kulaç atıp beslenmek için şiir kanatlı kelebek olmak isterdik.
İğdedir deyip geçmeyin sakın:
Baharda sarıçiçeklerinde bal arıları keman çalar,
Kuytu dallarında serçeler cıvıldaşıp şarkı söyler,
Ufak bir yel esmeye görsün, yaldızlı yaprakları neşelenir dans eder,
Güzün olgunlaşan sarı hurması ise,
her zaman güzelin bâdem dili gibi cana can katar.
İğdedir deyip geçmeyin sakın:
Bağ, bahçe, tarla sınırlarında o hep koruyucudur,
Her türden yabancıya karşı kendini siper eder.
İğde ağaçlarını hep sevmişimdir, onlar anılarımı süsler.
Derenin ötesinde bulunan Recep Amcanın Tarlası iki kısımdı. Üst kısım Abdullah dede ile Zekeriya amcanındı. Bildiğim kadar tarla Beşiktaşlı Recep amcadan satın alındığı için “Recep Amcanın Tarlası” olarak adlandırılıyordu. Verimi yüksek kırmızı felhan topraktı. Üst kısımdaki tarlanın orta yerinde bir Harman Yeri vardı. Tarlanın dört bir tarafı payam (bâdem) ağaçlarıyla çevriliydi. Baharın payam ağaçlarının çiçeklerinden arılar eksik olmazdı. Çakalanın (çağlanın) tadına ise biz çocuklar doymazdık. Yaramaz diksilolar (ağaçkakanlar) ağaç dallarından payamları çalıp çalıp ince uzun gagalarıyla kabuklarını delerek içlerini yerdi.
Abdullah dede çüt[29] sürüp bu tarlada genellikle, arpa, mercimek, küşne ekerdi. Dedemiz iyi bir reçberdi,[30] tüm reçberler gibi yiğitti. Ekmeğini topraktan çıkartmak için toprağı aşkla sürerdi. Buğday iyi olduğunda, güneşi emen bal renkli başakları dedemizin yüzünü güldürürdü.
Zamanı geldiğinde orak ve kerinti (tırpan) ile biçilen ve toplanan ürün harman yerine taşınır, burada öküzlerin arkasında boyunduruğa bağlı, sağlam kalın iki tahta parçasının bir araya getirilmesiyle oluşturulan gem (döven) denilen dibi keskin çakmak taşıyla donatılmış düzeneğin üzerine biner ve elde massas (ucu çivili ince uzun sopa, övendire) boyunduruğa vurulu öküzleri harmanın üzerinde bir kızak gibi kaydırarak dolandırıp dururduk: Harmanı döğerdik. Kızgın güneş bedenlerimizi kavururdu. Hasattın sap ve tanesi ayrılacak duruma gelinceye kadar bu dönme işi aralıksız sürerdi. Harman dövme bitince Abdullah dede uygun rüzgâr estiğinde harmanı yabayla savurur, taneyi samandan ayırırdı. Zelo nene ise taneleri sarat (kalbur) denilen iri elekte eleyip taneyi taş, toprak ve çöplerden ayrıştırırdı. Sonra taneler kilere, samanlar samanlığa taşınırdı. Mahsulü biçilmiş tarlaya hozan denirdi.
Dava Sağiresi
[Belge Recep Amcanın Tarlasıyla ilgilidir. 1930 yılında Şado nenenin babası Şerif efendi ölünce mahkeme ilamı çıkarmak gerekmiş. Sanırım arzuhalci yeni harfleri seri olarak yazmayı beceremediğinden önce eski harflerle yazıp sonra yeni harflere aktarıyorlarmış yazdıklarını. En azından bu belge bana bunu düşündürttü. Bu belgede geçen “Şerif’in kızı Naciye” Naco nenem “Şerif’in kızı Şadiye” de Şado nenem oluyor. Yazıda bahsettiğin Şado neneye ait tarla da aslında Naciye nenemin veya yarı yarıya iki kardeşin ortak malı. Ama II. Dünya Savaşı yıllarında –tamamını veya kendi hissesini, her neyse- ablasına satıyor. Onun üstündeki Recep Amcanın Tarlası ise sanırım biraz geç 1960’lı yıllarda Abdullah- Zekeriya kardeşler tarafından satın alınıyor.-Abdurrahman Üzülmez]
Bu harman yerinden evlere bazen dereden geçilerek kestirmeden giderdik. Hiç unutmam, Ali Haydar bir keresinde Abdullah dedenin katır gibi büyük yük yüklenmiş kara eşeğini bu kestirme yoldan geçirirken, payam ağaçlarının olduğu yerde derede eşekten düştü. Kötü yaralandı çenesinden. Ali Haydar, o günlerin anısını taşırcasına o yaranın izini bir mühür gibi çenesinin sağ tarafında taşımaktadır hâlâ.
Üsteki tarlanın alt kısmında, Yahya amcanın evinin hizasında Beşiktaş Yolu’na bağlanan bir papur (patika yol) bulunurdu. Beşiktaş’ına gezmeye ya da Hatun Düzü’ne tarlaları ekip biçmeye giderken, eşekle yük taşırken bu yolu kullanırdık. Yolun alt tarafında ise mahallenin evlerine kadar uzanan Şado ablaya ait bir tarla vardı. Tarla bazen boş kalırdı, bazen de tanıdık birine yarıya ekip biçmesi için verilirdi. Tarlanın alt tarafına zaman zaman belediyenin çöpçüleri çöp dökerdi. Recep amca ve Şado ablanın bu her iki tarlasından hiçbir zaman Beşiktaşlı Nuri amcanın kırmızı, siyah, gri, beyaz ve belekli (değişik renkle desenli) güvercinleri eksik olmazdı. Bazen kuş lastiği (çatal lastik, sapan) ile güvercinleri vurmaya çalışırdık. Taklacı ve paçalı güvercin besleyenler “tarla kuşu, karga” derlerdi Nuri amcanın güvercinlerine.
Pahenin taşında keklikler öter,
Dedem Üçevler’de eli kulağında dinler.
Yaz bereket getirmiş: Tosbağa kabağı,
Ağaçkakan bâdemi, incir kuşu inciri yer.
Evlerin önünde bir tarla vardı. Tarla üç kısma ayrılmıştı. Orta kısımda bulunan iki evleklik, yaklaşık 600 m2’lik alanın doğu tarafına Şado abla, batı tarafına da Zelo nene ekin ekerdi. Buraya Ekin Yeri denirdi. Şado abla ekin işlerinde pek çalışmazdı, daha çok Zeki amca ekip biçerdi. Zelo nene Naile bibi ile birlikte ekinini ekip biçerdi. Arada sırada anam ve bizler yardımcı olurduk. Zelo nene bazen bize de ekin için birazcık yer verirdi. Ekin alanını bazen çift sürerek, bazen de belle kazılarak ekime hazırlanırdı. Kazılıp ekime hazır yerler ekilecek ürünün cinsine göre bölümlere ayrılırdı. Ayrılan bu bölümlere tabara denilirdi ve tabaralar sonra daha küçük ölçekli bölümlere ayrılırdı ve bu küçük ölçekli bölümlere de mişere denilirdi. Frenk, isot, balcan, fasulye, bamya, kabak, hiyar, hıttı, soğan, sarımsak, maydanoz gibi sebze ve yeşillikler bu mişerelere ekilirdi. Tabaralar arasında sulamak için su arkı bırakılırdı ve sulama bir düzen dâhilinde mişere mişere yapılırdı. Ekin alanındaki tabara ve mişere aralarında perper (semizotu) olurdu ve perper toplanıp ya borani (bir tür cacık) yapılırdı ya da hayvanlara verilirdi. Ekinlerin üzerinde cicipapiler (uğur böcekleri) uçuşup bereket getirirdi. Bereketli Toprak Ana alınteri dökünce yapılan çalışmaları hiç karşılıksız bırakmaz, mutlaka ödüllendirirdi.
Ekin yerinin üst tarafında taş yığınlarından bir sinor yapılmıştı. Buraya set boyunca ekşi, tatlı nar ağaçları dikilmişti. Taş yığınlarının üzerine çalı çırpı atılmıştı. Nar ağaçları ve çalı çırpı ekini rüzgârdan korurdu. Doğu tarafında en başta ise bir bardak incir ağacı vardı. Bu incir ağacının kökü, dalı, yaprakları ve incir yemişi bir başkaydı. (Allah sanki bu incir ağacına, Kur’ân’da insanın mükemmel yaratıldığına dair and içmekte.)[31] Çok bereketli bir ağaçtı. Ağaçta incirler olmaya başladığında biz çocukların gözü hep bu incir ağacında olurdu. Sadece biz çocuklar değil, güzelim sarı incir kuşları ve bal arıları da bu bardak incirinin ballı yemişine bayıldıklarından dolayı hep dallarının arasında gezinip dururlardı. İncir ağacının güney tarafında bulunan birkaç kök Çermik alucası (erik) yeşilken hep ağzımızın suyunu akıtır, dişlerimizi kamaştırırdı. Ekin yerinin alt ve üst tarafı ise tarla olarak kullanılırdı. Abdullah dede genellikle buğday, arpa, mercimek ekerdi. Tarlanın sinorlarında yer yer payam ağaçları bulunurdu. Evlere yakın payam ağaçlarına yazın iplere dizili isot, balcan, kabak gibi kurutmalıklar asılırdı. Rüzgâr yaz akşamlarında bu kurutmalıkları hoş bir biçimde tokuştururdu; hep var olacağını sandığımız aldatıcı huzur doldururdu her yanı.
“Penceremden üç kavak görünüyor
Kanım sevinç, hüzün ve özlemle dolu”[32]
Bu tarla ile Recep Amcanın Tarlası’nın yanından geçen dere arasında evlerin tam çaprazında, güneydoğusunda güzel mi güzel bir bahçe gözleri şenlendirirdi. Derenin tarla tarafında patika bir yol vardı. Bizler dere boyunca uzanıp giden bu ince patika yolun kıvrımlarını izleyerek çarşıya, okula gidip gelirdik. Karanlık gecelerde bazen kara taşın üstündeki kara karıncanın kanadından bile daha zor görünürdü yol. Çarşıdan geç geldiğimiz kimi zamanlarda geceleri ay ışığındaki ağaç dallarının gölgeleri ve rüzgârda salınan ağaç dalların sürtünmesinden çıkan sesler içimizi ürpertirdi. Bahçenin üst kısmında, Yahya amcanın evinin çaprazında, yaklaşık 50-60 m. ötesinde Göze’nin, yani pıharın buz gibi gürül gürül suyu akardı. Gözeden çıkan bu sudan Üçevler’de yaşayanlar ve Kürt Mahallesi’nde oturanların bazıları ihtiyacını görür, hayvanlar nasiplenir, bahçe ve ekin sulanırdı. Göze’nin hemen yanında kocaman bir Şam tütü (dut ağacı) gözenin koruyucusu olarak dallarını şemsiye gibi açmış bir vazıyette yerini alırdı. Mayhoş, kan kırmızısı tütler gelip geçenin ağzını sulandırırdı. Gözenin önünde ufak bir alan boştu. Dere kenarına olan taraf tamamen iğdelikti. Gövdeleri top top kitreli iğde ağaçları baharları ve yazları gün doğumunda ve gün batımında serçelerin toplanıp oynaştıkları ve ötüştükleri korunaktı. İğde ağaçlarının altında kediler, havada uçan atmacalar serçelerin canını almak için fırsat kollardı. Boş alandan sonraki kısım kavaklıktı. Sıra sıra yetişkin kavak ağaçları birbirilerine dokunmadan gökyüzüne yükselirdi. Uzadıkça güzelleşirlerdi. Tepelerine şamatacı akepapolar (saksağanlar) yuva yapardı. Diplerinde de karatavuk kuşları kursaklarını doyurmak için gagalarıyla toprağı eşeler, otlar arasına gizlenmiş böcekler ise aşk türküleri söylerdi. Kavak ağaçları baharın yeşil yapraklarını açar, güzün sarı yapraklarını dökerdi. Kışın hüzün, yazın huzur verirdi. Rüzgâr estiğinde kavak ağaçlarının şiirsel bir salınışı olurdu. Baharları ve yazları yaprakları neşe ve sevinci, kışları çıplak dallarının soğuğu ve yalnızlığı çağrıştıran duruş ve ses çıkarışları vardı. Kavaklığın içinden ve yanlarından geçen su arklarında barınan yeşil kurbağaların viyaklamaları da hiç eksilmezdi. Ve birde kıştan bahara geçişlerde kavak ağaçlarının altında çürümüş ağaç köklerinde mantarlar olurdu. Bu mantarları bulup topladığımızda bayram ederdik.
Kavaklıktan sonra dere boyunca önce ceviz ağaçları, sonra da taa bahçenin bitişine kadar tüt (dut) ağaçları sıra halinde dizilirlerdi. Tüt, payam ve ceviz toplamalar o zamanlar bizim için bir şenlikti. Ceviz ağaçları karışıktı; mısabak olanda vardı, kör ceviz olanda. “Ceviz gölgesi uyuz gölgesi, söğüt gölgesi yiğit gölgesi” olması nedeniyle cevizlerin gölgesinde kimse pek oturmaz ve uyumazdı. Tütler ise genelde aşılı ve çekirdeksizdi. Tütler olgunlaştığında tüt kuşları sökün ederdi, abur abur. Bizlerde tüt kuşlarını avlamak için arkaları sıra dolanıp dururduk. Tüt ağaçları yok olunca, tüt kuşları da küsüp gittiler. Cevizlerin bitip tütlerin başladığı yerin batı tarafında ise vişnelik dediğimiz yerde birbirinin içine geçmiş bir şekilde vişne ağaçları gökyüzüne uzanırdı. Vişne ağaçlarının dalları arasında güneş ışıkları kaynaşır, dalgalanan yapraklarının arasından turuncu haleler salardı; güneşin ağaçların parlak yeşil yapraklarındaki yansıması esen yelle renk ve ışık gösterisine dönüşürdü. Vişne ağaçlarının dip kısımlarında baharın göğeren (yeşeren) menekşeler mor çiçeklerini açardı. Baharın havaya, suya, toprağa cemre düştüğünde tüm doğa bayram ederdi; her taraf bahar kokardı. “Tanrı gözlü bahar yılanları” bile uykularından uyanırdı. Bahar aylarında yağan yağmurlardan sonra oynak bulutların arasından birazcık güneş kendini gösterince ebemkuşağı (gökkuşağı) gökyüzünü renklere boyardı ve gökyüzünün sonsuzluğunda akıp giden bulutların biçim ve renk değişimleri bizi kendine çeker, gözlerimize görsel bir ziyafet sunardı. Sonbaharda ise ağaçlardan dökülen sarı, yeşil ve turuncu renkleriyle yapraklar yerde ipek halı gibi serili olurdu; saçları dökülmüş ağaçlar kışın soğuktan donmamak için ıslık çalardı. Dökülen yapraklara ğazel deniliyordu. Koyunlar, kuzular, inekler… ğazelleri çok severdi. Bazen koyunları, kuzuları, inekleri bahçeye otlanmaya götürürdük bol bol ğazel yerlerdi, bazen de ğazelleri toplayıp çuvallara, telislere, harallara doldurur ahurda hayvanların yemliğine dökülerek karınları doyurulurdu. Ayrıca, baharın bahçenin içinde yetişkin bir insanın yarı boyunda otlar olurdu ve kışın hayvanların beslenmesi için bu otlar tırpan ya da orakla biçilerek burma yapılıp kurutulurdu.
Türlü türlü kayısılarımız vardı:
Kimi yarın yanakları gibi alyanak
Kimi bir güzelin dudakları gibi şekerpare
Kimi de sulu, güzelliğini saklayan hacıkızıydı.
Vişnelik ve kavaklık arasında ise şekerpare, alyanak, sulu kayısı (hacıkızı), sarı kayısı gibi çeşitli kayısı ağaçları birer gelin gibi bahçeyi süslerdi. Bahçenin değişik yerinde ayrıca çok sayıda her türden erik ve elma ağaçları vardı. Bu ağaçlarının kıvrık dalları arasında titreşen yaprakları güzün kızıl, altın renkli bir şal gibi bahçenin üzerini örterdi. Baharın çiçek açtıklarında ise çiçeklerin kokusu tüm bahçeyi sarardı; yapraklar çiçeklere, çiçekler yapraklara gülümserdi; kelebekler düğün ederdi.
Bahçenin en üst tarafında, su arkının hemen üstünde Zeki amcanın Arı Damı vardı. Damın üç tarafı taş duvar, önü olduğu gibi açıktı. Arı kovanları yaz kış burada kalırdı. Kışın kara kovanlarının ön kısmında bulunan arıların girip çıktığı delik çamurla kapatılır, arılar kış uykusuna yatırılırdı. Baharın delikler açılır, kovanlar gözden geçirilerek temizlenirdi. Bahçedeki tüm ağaçların, çalılıkların, bitkilerin çiçekleri arıların gelişini aşkla beklerdi. Arılar çiçeklerdeki döllenmeyi gerçekleştirirdi. Arı Damı’nın üstü klasik Ergani evleri gibi topraktı. Zeki amca kar ve yağmur yağdığında damın akmaması için sürekli loğlardı. Arı damının tam önünde büyük bir tüt ağacı vardı. Bu tüt ağacı hem gölgesini, hem de güzelim çekirdeksiz tatlı tütlerini bizlerden esirgemezdi. Sadece bizler değil, kuşlar ve arılarda nasiplenirdi. Kavaklığın yanında akan su arkında otların arasında yeşil kurbağalar barınırdı. Baharları bu arkta çok güzel yarpuz ve acice (su teresi) olurdu. Toplayıp yeşillik olarak taze taze veya sofrada yerdik. Anam ve Hatice abla bu acicelere bayılırlardı.
Mehmet dayının evi ile Saher bacının evi hizasından aşağıya doğru taa mahalleye kadar olan tarla Zelo nenenindi. Abbas dededen kendisine kaldığı için Abbas Dedenin Tarlası olarak adlandırılıyordu. Tarlada Abdulah dede buğday, arpa, mercimek, küşne ekerdi. Son zamanlarda kavun ve karpuzda ekiyordu. Tarlanın orta kısmında, Saher Bacının Bahçesi’ne bitişik olan kısmının bir bölümünde kavaklık vardı. Çevresinde ise şam tütü, vişne, ekşi ve tatlı narlar, meyhoş ve tatlı elma ağaçlar vardı. Birkaç tane de aşısız erük (yalancı kayısı) ağacı vardı. Bahçe ve kavaklığın üst kısmından çıkan kaynak su ile bahçe sulanırdı. Bunun haricinde Saher Bacının Bahçesi’nin batı bitim noktasında, Çiftpınar Yolu’nun kenarında ceviz ağacının tam dibinde Minto Nenenin Suyu olarak adlandırılan bir göze (çeşme) daha vardı. Bu su dönüşümlü olarak Saher bacının bahçesinde, Ali ve Bekir amcaların bahçelerinde ve Zelo neneye ait olan Abbas Dedenin Bahçesi’nde sulamada sırasıyla ortaklaşa kullanılırdı. Makam’a gidip gelenler de bu sudan bol bol içerlerdi. Seher bacının evinin alt kısmı ve batı tarafı Çiftpınar Yolu’na kadar bağlıktı. Bağın altı ise bahçeydi. Seher bacının bahçesinin alt kısmında Ali ve Bekir amcaların bahçeleri vardı. Abbas Dedenin Tarlası ve Seher Bacının Bağı arasındaki sinorda iğde ağaçları, sarı ve pembe güller vardı; güzel kokardılar. Doğanın bize gülümsemesi olan güller açtığında, pembe gülleri bazen gizliden aşırarak bazen de isteyerek alır gül yapraklarını şüşelere (şişelere) bırakır, üzerine biraz limon tuzu bıraktıktan sonra su ile doldurup gülsuyu şerbeti yapardık. Bağın sinorunda birde çok güzel bir dağdağan ağacı vardı. Bu dağdağan ağacı hâlâ olduğu yerde durmaktadır.
Evlerin bulunduğu yerin arka tarafı büyükçe boş bir alandı. Damların arkası olarak adlandırılırdı. Biz çocuklar oyunlarımızın çoğunu burada oynardık. Daha çok top oynardık. Zaman zaman da davarları otlatırdık. Davarlar doğal olarak dışkılardı. Yazları bok pizezleri[33] bu dışkılardan yuvarlaklaştırdıkları boktan küçük dünyalarını yuvarlayıp dururlardı. 1960’lı yıllarda Abdullah dede ve Zeki amca evlere yakın, damların hemen arkasına bir sıra tüt ağacı ektiler. Abdullah dedenin evinin arkasında olan çekirdeksiz, diğerleri çekirdekliydiler. Çekirdeksiz tütün dibinde soku dediğimiz büyük kaya parçasından yapılmış bir taş soku (havan-dibek) bulunmaktaydı.[34] Çekirdekli dütlerin altında bişme zamanı kazan ve kürün kurulur, burada bulamaç yapılırdı. 1976’da benim düğünüm de burada, damın arkasında yapıldı. Her şeyiyle düğünüm çok güzel olmuştu.
Damın arkasındaki bu boş alanın kuzey tarafı ise Goconun Tepesi’ne kadar Hakkı Güzel’indi. Dereye taraf olan kısmını Beşiktaş’ında oturan Hösko (Hüseyin Kan) amca, buranın batı kısmına Cuma babam üzüm teveği dikti. Ayrı ayrı bağ yaptılar. Tevekler yetişince bize ait olan bağ yarıya bölündü. Kuzey tarafı Güzel’lere, güney tarafı babama kaldı. Baban sinorlara incir ve payam ağaçları, bağın değişik yerlerine armut fidanları getirip dikti. Sonra bizim payımıza düşen kısmın bir bölümünü Belediye kamulaştırarak bir Su Deposu yaptı. Ardından bu su deposunu genişletmek için bize ait olan bağın bir kısmını tekrar kamulaştırıldı. Geriye kalanı da sonra babam sattı.
kızgın güneş altında
yeşil teveklerin arasındayım;
elimdeki tahnebi salkımının habbesinde
parıldıyor anılara dalan gözlerim.
Ayrıca tahannebilik dediğimiz bir bağımız vardı. Büyükbahçe’nin batısındaki derenin Maden Yolu’na olan tarafında bulunan Zeki (Yıldırım) Efendinin Tarlası’na Cuma babam ve Yahya amca 1960’lı yılların ortalarında müşterek tahannebi üzümü fidanları diktiler. Fidanlar yetişkin duruma gelince bağ önce Zeki Efendi’yle yarı yarıya, sonrada iki kardeş arasında eşit şekilde pay edilip bölüşüldü. Sonrasında da satıldılar. Üzümü çok güzeldi ve Ergani’de en erken tahannebi üzümü bu bağda olurdu diyebilirim. Bu bağla ilgili unutamadığım anım, Ali Haydar’ın bağ budarken elini kesmesi ve babamı kan tutup bayılması olayıdır. Bahar ayıydı. Ben, Cuma babam ve Ali Haydar bağı buduyoruz. Daha doğrusu babam ve Ali Haydar buduyor, ben pek beceremediğimden budanmış sete ve çirpileri toplayıp bağın sinoruna götürüp istifliyorum. Nasıl olduysa Haydar keskin dehreyi sol el başparmağına vurdu. Başparmağın tırnak kısmı ortadan ikiye ayrıldı. Ben hemen atletimden bir parça koparıp yaralı parmağa doladım. Babam can havliyle yetişip Haydar’ı sırtına aldığı gibi hastaneye götürdük. Hastanede parmak temizlendi, dikildi, sarıldı. Bu işlemler yapılırken babam birden düşüp bayıldı. Bu olay sayesinde babamı kan tuttuğunu, kan görünce bayıldığını öğrenmiş oldum. Zaten evimizde babamın hiç tavuk, horoz kestiğini görmedim. Kesmemesinin nedeni meğer buymuş. Tavuk, horoz kesilecekse ya ben ya da Ali Haydar keserdi, biz olmadığımızda anam kendisi keserdi.
Çiftpınar Yolu’nun batı tarafı da Sofibekirlere aitti. Minto Nenenin Suyu’nun hizasında bahçeler bulunurdu. Yolun batı kısmında Ali amcaların bahçeleri, sonrasında Mehmet dayının bahçesi, daha sonrada Zekeriya ve Abdullah dedelere ait bahçe yer alırdı. Bu bahçenin batı tarafının kuzeyinde Faho teyzenin (Fahriye Kılıçkap), güney tarafında ise Sido bibinin (Sıddıka Çakır) bahçesi, Sido bibinin bahçesinin batısında ise yine Ali ve Bekir amcaların bahçe ve tarlaları bulunurdu. Tüm bu bahçelere Büyükbahçe denirdi. Zekeriya ve Abdullah dedelere ait olan bahçenin üst kısmında büyük bir göze ve hemen önünde bir havuz vardı. Tüm Büyükbahçe’nin sulanması bu gözeden yapılırdı. Gözenin üst tarafında tüm Sofibekirlerin ortak kullanımına açık bir harman yeri vardı. Büyükbahçe’nin alt tarafında bulunan kendi tarlalarına ektiği buğday ve arpayı Abdullah dedenin bu harmanda dövdüğünü ve biz çocukların burada oyunlar oynadığımızı, kuzu ve buzağıları otlattığımızı hatırlıyorum. Faho teyzenin bahçesi kendisine babası Abbas dededen kalmıştı ve bahçelerinin üst kısmında Abbas Dedenin Kergesi (Kulübesi) vardı. Faho teyze yazları ailece bu kergede kalırlardı. Abbas dede ise, anlatılanlara göre burada yaz kış kalırmış. Burası eviymiş. Kergenin ön tarafında kocaman üç tüt ağacı vardı. Gövdelerine yetişkin bir insanın kolları kavuşmazdı, öyle ki büyüktüler. Abbas dede yaşlılığında hep bu tüt ağaçlarının gölgesinde otururmuş. Sido bibinin de kergesi vardı, yazları burada kalıyordular.
Harman Yeri’nin doğusunda Esma nenenin küçük bir bağı vardı. Harman Yeri’nin kuzeyine doğru Çiftpınar Yolu boyunca sırasıyla Mehmet dayının, Bekir amcanın, Ali amcanın, en sonda da Zekeriya ve Abdullah dedenin bağları yer alıyordu. Zekeriya ve Abdullah dedelerin bağına Büyükbağ deniliyordu ve Narlık’ın alt taraflarına kadar uzanıyordu. Esma nenenin bağı hariç, diğer tüm bağların yeri Sofibekir’in kızı Hece (Heco)’den miras olarak kalmış kendilerine. Sofibekir’in kızı Hece Topçu ailesinden biriyle evliymiş, çocuğu olmadığı için bu tarlayı kardeşi çocuklarına vermiş, onlarda bibilerinin (halalarının) tarlasına bağ ekmişler.[35] Bu bağlar bereket ve güzellik saçardı. Bişme zamanları, daha bağa girmeden altın küpeleri andıran üzüm salkımları göz alan ışıltıda ta uzaktan parıldardı.
Narlık, Goconun Tepesi’nin batısındadır. Güzel’lere ait geniş güzel bir bahçeydi. Goconun Tepesi’nin doğusunda, Hoşrik’in batısında Saray Mahallesi’ne bağlı Beşiktaş diye bildiğimiz yerleşim yeri bulunur. Beşiktaş ve Narlık’ın pınarlarından akan içme suları çok güzeldi; bahçeleri büyük ve çok şendi. Dağın önünde yeşil bir kuşak oluşturuyorlardı. Üçevler’in kuzeyinde kalıyordular. O zamanlar bizlere evlerimizin önündeki bahçeler yetmezmiş gibi sık sık Goconun Tepesi’ne, Narlık’a, Beşiktaş’ına ve Hoşrik’e oynamaya ya da kuş vurmaya giderdik.
5. Üçevler’de sosyal yaşam
“Sofi Bekir, Haci Fillo gilleri,
Saray mahlesinden akan selleri,
Makam çarpsın diyen o saf dilleri,
Unutmadım, …”[36]
Üçevler’de yaşayanlar kendi hallerinde yaşardı. Herkes akrabaydı. Küçük bir dünyaları vardı. Dışa kapalıydılar. Sosyal etkinliklerden uzaktılar. Tarım toplumunun özelliklerini taşırdılar. Nüfus kaydı, askere gitme ve vergi vermenin dışında devletle ilişkileri yok gibiydi[37]. Deyim yerindeyse kendi yağlarında kavruluyorlardı. Ve hallerinden de memnundular. Dışa açılmak isteyenlere, değişik şeyler yapmak isteyenlere aile büyüklerimiz karşı çıkardı. Gerekçe olarak da “neye ihtiyacımız var, şükürler olsun bağımız, bahçemiz, tarlamız, davarımız, her şeyimiz var,” derlerdi. Bu arayışlara karşı çıkış ve içe kapanıklık aile fertlerinin ekonomik, sosyal ve ticari gelişmesine sonradan çok büyük zarar vermiştir.
Üçevler’de 7 ev vardı. Bu evlerin kapıları kapanmaz/örtülmezdi. Hep açıktı. Ancak kimselerin kalmayacağı, bağa, bahçeye, ekine, tarlaya çalışmaya hep birlikte gidileceği zamanlar kapılar kapatılırdı. Güven vardı. Aile ilişkileri iyiydi. Çoğunlukla sevgi ve saygı vardı. Kavga düğüş olmazdı. Herkes kendi yerini bilirdi. Kimsenin kimseden saklısı gizlisi olmazdı. Kaçma göçme de olmazdı. Özel hayat mümkün değildi, herkes herkesin hayatının içindeydi. İç içe yaşanırdı. Kadınlar her saat çalışırdı. Boş sayılacak zamanlarda yazın arışın dibinde ya da gözenin yanındaki büyük tüt ağacının altında hem yapılacak işleri yaparlardı hem de sohbet ederlerdi. Erkekler kendi yaptıkları veya yapabildikleri işlerinde çalışırdı. Babam boş olduğunda kahvede soluğu alırdı. Çarşı dediğimiz kasaba merkezine zorunlu olmadıkça inilmezdi. Abdullah dede sadece Cuma günleri çarşıya iner, namazını kılar, avcı arkadaşlarıyla sohbet edip kırtlama çayını içerdi. Babam ve Abdullah dedenin haricinde kahveye giden yoktu. Biz çocuklar ise oyun oynar, verilen işleri yapar ya da okulda olurduk.
Üçevler’de geniş aile yaşamı yaşanırdı. Çekirdek aile yaşantısı bizlerden çok uzaklardaydı o zamanlar. Hep birlikte çalışır, hep birlikte yaşardık. Anneanne, babaanne gibi sözcükleri bilmezdik. Annelerimize abla, nenelerimize ana derdik. Amca ve halalar analarımıza yenge demez, yaşça küçük olanlar abla, büyük olanlar ismiyle hitap ederdi. Halalarımıza bibi, teyzelerimize deyza derdik. Ortaokula gitmeye başlayınca yavaş yavaş analarımıza ana demeye başladık ancak. Ninelerimize ana demeyi de sonuna kadar sürdürdük.
Evlere ailece gidip gelmeler özellikle kış aylarında akşamları olurdu. Bazen Abdullah dedeye, bazen Zekeriya amcaya ve bazen de Yahya amcaya giderdik oturmaya. Ama en çok oturmaya onlar gelirdi bize. Esma nene zaten her zaman bizdeydi. Oturmalarda çay kahve yoktu. Pastuğ (pestil), kesme, sucuk (çok nadir olarak), kuru üzüm, kumda kavrulmuş nohut (leblebi), eşbabiya (erik, kayısı kurutması) ortaya konulurdu. Bunlar yenilirken bir yandan da bağ, bahçe işleri, konu komşu ve yaşanan olaylar konuşulurdu. Çay, çok sonraları, 1960’lı yılların ortalarında yaşantımıza girdi.
Bu gidip gelmelerde nedense Mehmet dayılara pek gidilmezdi. İlişkiler sıcak değildi, biraz ayrık gibi ötede dururlardı/tutulurlardı. Bir işleri olmadığı zamanlar ne onlar gelirdi, ne de diğerleri onlara giderdi.
Gelip gitmelerden birde Zelo nenenin Qıleş (Kıleş/Şölen) köyünden deyzasının (teyzesinin) kızı Zibide’nin gelişini hatırlıyorum. Zibide deyza Üçevler’e her geldiğinde mutlaka çalı süpürgesi getirirdi. Bir de kasaba dışından, Çermik’ten Faho dedem, Şavkıya nenem ve dayılarım, deyzalarım gelip giderdiler. Bazı zamanlar da Üçevler’e dervişler gelirdi. Ellerinde uzun değnekler olurdu. Saçları omuzlarında lüle lüleydi. Sadece ekmek ve giysi isterlerdi. Zararsız insanlardı. Çalıp çırpmayla, hırsızlıkla bir alakaları yoktu. Kendilerine ekmek ve giysi verilirdi. Verilenin karşılığında bazen dua okurlardı, bazen de dua okumadan sessizce çekip giderlerdi. Ha, bir de her bahar bahçelerimize Ermeniler gelirdi.
Üçevler’de sosyal etkinlikler sınırlıydı. Dini bayramlarda bayramlaşır, eller öpülür, bayram harçlıkları toplanırdı ve aile mezarlığı ziyaret edilirdi. Bayram yemekleri her zamanki yemeklerden nicelik ve nitelik olarak çok farklıydı. Faklı yemek yapmaların nedeni sadece mideleri doldurmak için değildi, amaç hep birlikte gözleri şenlendirip birlikte var oluşun güzelliğini paylaşmaktı. Bazı günler mevlit okutulurdu. Çocuklar ilk dişini çıkardığında mutlaka hedik yapılırdı. Sünnet, nişan, düğün ve taziyenin dışında pek fazla bir yerlere gidilmezdi. Bahar geldiğinde 21 Mart’ta Sultan Nevruz (Newroz), 6 Mayıs’ta da Hıdırellez kadın ve çocuklarca birlikte kendi bahçelerimizde kutlanırdı. En yeni ve en güzel elbiseler giyinilir; kısır, tirit, mercimek köftesi yapılır, sarmalar sarılırdı. Yumurtalar kaynatılıp nergizleme[38] yapılırdı. Türküler söylenip, oyunlar oynanırdı. Kutlamalara bazen komşu kadınlar da gelirdi. Bu etkinliklerin dışında bazen de üç beş kişi birlikte kasabadaki akrabalara, Beşiktaş’ına, Makam’a ve Çermik-Hamambaşı’na gezme veya misafirliklere gidilirdi.
Ayrıca Üçevler’e zaman zaman zikir için Berber Ömer (Kılıçkap), Türbedar Ahmet (Yılmaz), Hıdır Çakın, Ali Üzülmez, İsmail ve Cahver Uğur kardeşler, Cemekli Abbas (Solmaz) gibi tanıdık erkekler gelirdi. Önceleri Zekeriya amcada, sonraları genellikle bizim evde bir odada toplanıp, arabana eşliğinde bir huşu içerisinde, erkek erkeğe zikir ederlerdi. Kadınlar başka bir odada sadece söylenen ilahileri dinler ve erkeklere hizmet ederdiler. Devlet baskısı nedeniyle, zikir edildiği zamanlar çoğunlukla mezarlığın ve Şam tütünün yanlarında ben ve Haydar nöbet tutardık, asker ve polis geldiğinde haber vermek için. O dönem Zekeriya amca ve Cuma babam Rufai tarikatı mensubuydular, ama sonra her ikisi de bu tarikattan ayrıldı. Abdullah dedenin zikirle ve tarikatla hiçbir ilişkisi, alakası olmadığını hatırlıyorum.
Üçevler’de kadınlar evin içinde, bağda, bahçede, tarlada zubun/fistan/entari, deşük (şalvar) giyerdiler; başlarını da etrafı işlemeli beyaz çit/leçekle (tülbent) kapatırlardı. Gezmeye gittiklerinde ise temiz ve güzel giyinip ipek siyah çarşafla örtünürlerdi. Çarşaf giymeler dini gereklilikten çok adetten olduğu içindi. 1970’li yıllarda çarşaf giymeler terk edildi, yerini manto ve pardösü aldı. Erkeklerin yaşlı olanları şalvar ve ceket giyerdi; başlarına da Diyarbakır işi köşeli şapka geçirirlerdi. Orta yaş ve altında olanlar ise katlık (takım elbise), pantolon ve ceket giyerdi; şapka takmaz, başları açıktı.
Evlerde Türkçe konuşulurdu. Zekeriya ve Abdullah dedeler Kürtçe, Zazaca bilmezdi. Zelo nene iyi denilecek kadar, Şado abla, Hatice abla ve Cuma babam çok az Kürtçe bilirlerdi[39]. Üçevler’e Kürtçe konuşan çerçi, dilenci geldiğinde veya yolu düşenlerle Zelo nene, Şado abla, Hatice abla ve Cuma babam onlarla konuşur ve konuşulanları tercüme ederlerdi.[40]
Zekeriya amca ve Abdullah dede taş yontma ve duvar ustasıydılar. Zekeriya amca ücret karşılığı Ergani’de ve çevre illerde, ilçelerde bu işi yapardı. Çiftçilikle uğraşmazdı, ama bağ, bahçe işleriyle uğraşırdı. Tarlalarını Ortak Nebo adlı biri ekip biçerdi. Gençliğinde sansar avına çok meraklıymış, tazıyla davşan avlamasını severmiş. Teyri isminde bir tazısı varmış. Bu tazısını kışın odada sobanın yanında beslermiş. Bazı zamanlar babasıyla (Cüma dedeyle) tazıyla davşan avına gidişlerini anlatırdı. Cüma dede de tazı avına meraklıymış ve tazı beslermiş. Abdullah dedenin ise iyi bir usta olmasına karşın, ücret karşılığında ustalık işini yaptığına tanık olmadım; bağ, bahçe işleriyle, tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı. En iyi bildiği şey çiftçilikti. Arta kalan zamanlarında ise avcılık yapardı. Uçanı, kaçanı vururdu. Ama en çok çatı avını severdi; çatı kekliği beslerdi, evinde her zaman iki veya üç çift keklik kafesi vardı. Kekliklerini topladığı özel otlarla ve buğday taneleriyle besler, zevk alarak ve özenle sularını verirdi.
Kışları Abdullah dede çarşıdan barut, saçma, kapsül, keçe, karton ve mermi kovanı alır akşamları av hazırlığı yapardı. Kovanlara önce barut bırakırdı, sonra keçe bırakırdı ve güzelce sıkıştırırdı. Bu sıkıştırmadan sonra kurşun saçmalarını kovana bırakır ve en üst kısmada yuvarlak kesilmiş bir karton kapak yerleştirdi. Ufak, elle çalışan kovan ağız kıvırma makinası (küçük bir mengene türü düzenek) yardımıyla kovanın içindeki barut, saçma, keçe güzelce sıkıştırır ve kovanın ağız kısmı içe doğru kıvrılarak kapatılırdı. Saçmanın boyutu avlanacak av hayvanının türüne göre değişirdi. Torunlar olarak Abdullah dedenin başına toplanır, yaptıklarını zevkle ve hayranlıkla temaşa ederdik. Dolma horozlu tüfeklerde barut, keçe, saçma doğrudan tüfeğin namlusuna konularak harbi vasıtasıyla sıkıştırma yapılırdı. Kapsül sadece horozlu tüfeklerde kullanılırdı. Sonraları kırmalı, çifte av tüfekleri alındı. Dedemiz ava gittiğinde hemen hemen boş dönmezdi; keklik, vıtik[41], bıldırcın, davşan (tavşan), sansar, külbeşik (porsuk), tülki (tilki) getirirdi. Sansar, külbeşik ve tülki derisi için avlanırdı. Tülki ve külbeşiğin postu (derisi) alındıktan sonra eti bana veya Ali Haydar’a verilerek Beşiktaş’ında oturan Hösko amcaya gönderilirdi. Hösko amcalar Şafii mezhebinden oldukları için bunların etini yiyordular, bizler Hanefi olduğumuz için yemezdik.
En çok evcil hayvan besleyen Abdullah dedeydi. Koyunları, kuzuları, inekleri, öküzleri eşeği vardı. Öküz ve eşeğine çok değer verir, bunlara gözü gibi bakardı. Diğer hayvanların bakım ve beslenmesi ise başlı başına bir sorundu. Benim çocukluğumda Beşiktaş’ında oturan Hösko amcanın oğlu Emin (Kan) karın tokluğuna çobanlığını yapıyordu. Emin zaman zaman dedelerde kalırdı. Daha önceleri Yahya amca çobanlık yapıyormuş, ama ben hatırlamıyorum. Emin’den sonra davarları Beşiktaş’ının nahırina[42] katmaya başladık. Beşiktaş’ından Dursun (Yerlikaya) ve Bekir (Küçükkaya) o zamanlar Beşiktaş nahırının çobanlarıydı. Abdullah dede daha sonraları koyun beslemeye son verdi. Anamın ve Şado ablanın ineğini ise Saray Mahallesi’nin nahırına katmaya başladık. Bu nahırın çobanlığını Kollo Muharrem, hanımı ve kızı ailece birlikte yapıyordular. Nahır, Makam Yolu’ndan (Çüt Pıhar/Çiftpınar Yolu’ndan) dağlara götürülürdü. Sabahları ben, kardeşlerim ya da amca çocukları davarları nahıra götürüp katardık, akşamları da nahırın dönüşünde hayvanları tek tek ayırıp eve getirirdik. Yazın nahırın geçtiği zamanlar toprak yoldan sarı tozlar gökyüzüne yükselirdi. Kuşluk vakitleri güneş ışığının vuruşuyla kızıllaşan bu toz bulutuna hayvan kokusu eşlik ederdi.
Koyun ve inek beslemelerine karşın Üçevler’de kurban kesilmezdi. Kurban kesimine hiç tanık olmadım. Büyük ve küçükbaş hayvanlar sadece ya sakatlandığında ya da hastalandığında kesilirdi. O da kasap yetişemediği durumlarda. Kasap yetişirse hayvan kasaplara satılırdı. Ayrıca inek ve koyunların olmasına karşın bolca süt içemez ve yoğurt yiyemezdik. Anlatacağım bir anım bu duruma güzel bir örnektir. Eskiden beri yoğurdu çok severim. Çocukken sofraya yoğurt bırakıldığında ekşili ya da fettir ekmeği parmaklarım arasında kepçe gibi yapıp yoğurda daldırdığımda, anam kardeşlerimin de yeterince yiyebilmesi için elime çaktırmadan kaşıkla vurur ve kardeşlerimin anlamayacağı şekilde yarı Türkçe yarı Kürdçe; inek tektir, yerken ekmeği tavşankulağı gibi yapma anlamında: “Manga min yeke. davşan kulağı meke”[43] diyerek hep uyarılırdım.
Üçevler’de işler çoğunlukla imece usulü yapılırdı. Ailece, çoluk çocuk, gelinler, kızlar herkes bağ, bahçe, tarla işlerinde Zekeriya ve Abdullah dedeye yardım ederdi. Meyvelerin toplanması, ekinin biçilmesi, hayvanların bakımı ve beslenmesi, tarladan buğday ve arpanın biçilmesi, harmanın dövülmesi ve taşınması yapılan işlerin başında gelirdi. Ücretsiz yapılan bu çalışmaların karşılığında torunlara, gelinlere toplanan meyve, sebze ve tahıl ürünlerinden bazen küçücük bir miktar verilirdi, bazen de hiç verilmezdi. Böyle olmasına karşın herkes kendisini çalışmak zorunda hissederdi.
Babam genellikle taş yontuculuğu, duvar ustalığı yapardı. Bazen de arada bir kahve çalıştırırdı. İyi de kumar oynardı. Sonra yurtdışına Hollanda’ya çalışmaya gitti. 3-4 yıl çalışıp döndü. Döndükten sonra Belediye Parkı’nın karşısında toptan ve perakende gıda dükkânı açtı, bu işi yapamayınca kapattı. 1980’lerde bir ara Meydan’da av malzemesi satan bir dükkân açtı, ama çok kısa sürdü, bunu da kapattı. Sonrasında arıcılık, bağ ve bahçe işleriyle uğraştı. 1970’li yıllarda Malatya’dan Ligorn cinsi kırmızı tüylü tavuklar getirdi. Bu tavuklar bol etliydi. Yumurtaları da kendileri gibi kırmızı ve iriydiler. 1980’li yıllarda Montofon cinsi Hollanda ineği getirdi. Hem tavuklar, hem inekler hastalıktan ölüp gittiler.
Üçevler saatle 1950’li yıllarda tanıştı. Zekeriya dedenin kırmızı kulplu bir masa saati vardı. Saatin üst tarafında iki çan ve çanlar arasında da çanları döverek ses çıkaran (zil çalan) bir tokmak vardı. Saatin kulpu çanların tepesine montaj edilmişti. Saat kulpundan duvara asılırdı. Ezan saatlerini ve Ramazan ayında iftar vaktini sormalarda hep bu saate bakılırdı. Radyo ile tanışmamız ise 1965-66’lı yıllarda transistorlu (pilli) bir radyoyu Cuma babamın almasıyla oldu. Akşamüzerleri evin önünde bir sandalyenin üzerine radyo konulur ajans, yani haberler dinlenilirdi. Haberler bitince radyo kapatılırdı pili bitmesin diye. Kirlenmesin, tozlanmasın diye anam kanaviçe işlemeli beyaz bir örtü ile radyonun üzerini sürekli kapatırdı. Üçevler’in televizyon ve fotoğraf makinasıyla tanışması da babamın Hollanda da çalıştığı zaman, 1973 veya 1974 yılında bunları Hollanda’dan getirmesiyle oldu.
Yahya amca 1960’lı yılların başında Meydan’da Fırıncı Ali’nin fırınının yanında bir bakkal dükkânı açtı.[44] 1960’lı yılların sonunda bu bakkal dükkânını Zeki amcaya devir edip kendisi çoluk çocuğuyla İstanbul’a gitti. Rızkını burada aramaya başladı. Plastik işine girdi. Yahya amca bakkallık ve plastik işinin dışında eskiden taş yontuculuğu, kahvecilik, katırcılık, teneke kutu alım satımı, seyyar satıcılık gibi değişik işlerde yapmıştır.
Zeki amca resmiyette Zekeriya amcanın oğluydu. Bu nedenle Zekeriya dedenin hissesine düşen işlerde canını dişine takarak bir başına çalışırdı. Ekin ekmek, ağaç dikmek, ağaç budamak, ekin yeri hazırlamak, sebze ve meyveleri toplamak, ineklere bakmak, yoğurdu satmak, çarşıdan alış veriş yapmak Zeki amcanın yaptığı işlerdi. Sonra Meydan’da bakkallık yaptı. 1975’te Diyarbakır’da PTT Genel Müdürlüğü’nün açmış olduğu sınava bir rastlantı sonucu girerek engelli kadrosundan (amcamın ayağı aksıyordu) Elazığ’ın Ağın ilçesinde Postahaneye hizmetli (odacı) kadrosunda devlet memuru oldu.
Zeki amcanın çok güzel paçalı taklacı güvercinleri ve gereze horozları vardı. Askere gidinceye kadar besledi. Askerden geldikten sonra güvercin ve gereze horoz beslemeyi bıraktı. O eski zamanlarda akşamları günbatımına yakın havada güvercinlerin çarpan kanatlarının sesini dinlemek keyif verici farklı bir güzellikti. Sonraları 1980’li yıllarda babam güvercin beslemeye başladı. O da bıraktı. Sonradan İstanbul’da amcaoğlu Celal, Ergani’de kardeşim Şadan güvercin beslemeye başladılar. Celal ve Şadan halen beslemektedirler.
Hamza amcanın bir mesleği ve işi yoktu. Abdullah dedenin evinde kalıyordu. Dedenin işlerine yardım ederdi, ama çoğunlukla kaytarırdı. Babam gibi oda kumarcıydı. Fırsatını bulunca kumar oynamaya koşardı. Abdullah dede de basardı küfrü. İşler de genellikle Ali Haydar’la bana kalırdı. Hiç unutmam. 13-14 yaşlarında olmalıyım. Abdullah dedenin büyük beyaz eşeğine buğday yüklemiş, Hamza amcayla Hersin köyü yakınında Hersin çayı üzerinde bulunan su değirmenine öğütmeye götürüyoruz. Koloparmağın Bahçesi’ni geçip Gülbaran’ın alt kısımlarına geldiğimizde; “Yeğenim, sen eşeği sür. Benim ufak bir işim var, arkandan geleceğim. Eşek yolu biliyor,” deyip kumara gitti. Ben ve buğday yüklü eşek baş başa kaldık. Eşeği sürüp Hersin çayına geldim. Çayı geçerken eşek suyun içinde yaklaşık iki metre uzunluğunda, bir karış kalınlığında kocaman kara bir yılanı görünce ürktü. Dövüyorum, yularını çekiyorum, bağırıp çağırıyorum bana mısın demiyor. Dereyi geçmiyor. Hem yılandan hem eşeğin yükünün devrilmesinden korkuyorum, hem de eşeği inatla dereden geçirmek istiyorum. Neyse ki sesime sakalı yaşlı bir amca yetişti. “Ne oldu, ne var?” diye seslendi. Ben, kafa kısmını iki kaya arasına sokmuş ve kara bedeni kalın bir halat gibi suda salınan yılana bakarak; “Burada suyun içinde büyük bir karayılan var. Eşek korkup geçmiyor. Değirmene gideceğim,” diye derdimi anlattım. Yaşlı amca; “Çocuğum korkma, yılana da karışma. O karayılan ziyarettir. Bir şey yapmaz. Çayın yukarısında suyun geçit vereceği başka bir yer var. Eşeği oradan geçir,” diye yardım etti. Değirmene gidince değirmenci eşeği tanıdı. “Bu eşek Üçevli Abdullah’ın eşeği, sen nesi oluyorsun?” diye sordu. Ben torunu olduğumu söyledim. Eşekten yükü indirdi, öğüttü, eşeğe yükledi beni gönderdi. Ben; “Dedem paranızı çarşıda size verecek,” deyince; “Tamam… Tamam,” deyip gülümsedi. Un yüklü eşekle o gün tek başıma eve geldim. Hamza amca, sonradan polis memuru oldu. Polis olmasıyla birlikte Sofibekirler’den ilk devlet memuru olma unvanını da kazanmış oldu.
Değirmene bir olaylı buğday götürüşüm daha var. 1960’lı yılların ortalarında olmalı. Abdullah dedenin yine katır kadar büyük eşeğine buğday yüklenmiş çarşıda Dicle Yolu’nun hemen girişinde elektrik enerjisiyle çalışan Kotekanlıların Değirmeni’ne bu defa tek başıma kendim götürüyorum. Çiftpınar Yolu’ndan çarşıya geldim, Belediye Parkının önünde bulunan caddeden geçerken, Hükümet Konağının karşısında Adil (Öztürk) amcanın dükkânının hizasında yolun ortasında birden silahlar patladı. Caddenin ortasında adamın biri yere yığıldı. İnsanlar temaşa için toplanmaya başladı. Eşek tırstı/ürktü, ben de hali ile korktum. Eşeği yularından tutup hemen olay yerinden uzaklaştırdım. Sonradan yerde yatanın öldüğü, vuranın da Yüsri Güldoğan olduğu söylenildi.
Dediğim gibi, Üçevler’de iş hiç bitmezdi. Herkes çalışırdı; baharın bağ ve bahçeleri bakımdan geçirme, budama, çalı çırpıyı toplama, ağaç dikme, sebze ekme, sulama, olan meyve ve sebzeleri toplama, taşıma; tarlaları ekme/biçme, harman dövme, hasadı ve samanı taşıma, ot biçme, hayvanlara bakmak kadınlı/erkekli en çok yapılan işlerdi. Kadınlar sanki iş için yaratılmışlardı, hamarat olmalarına karşın işleri yine de hiç bitmezdi. Genel olarak yapılan işlere ek olarak yemek hazırlama, çocuklara bakma, çamaşır/bulaşık yıkam… günlük yapılan belli başlı işleriydi. Bahar, yaz, güz, kış demez durmadan çalışırdılar.
Beslenme ile ilgili yapılan işlerden bazılarına çok kısa değinmek istiyorum:
Aş ve ekmek pişirme
Akşamları havalar iyi olduğunda kozikteki, havalar iyi olmadığında ise aralıkta bulunan kara ocaklarda aş kaynar, yemekler pişerdi. Ocaklardan çıkan çok duman yemeğin bolluğuna işaretti. Temel gıdamız olan ekmek fırından alınmazdı. Fırına ekmek pişirme için hamur bile götürülmezdi. Ekmek genellikle evlerde pişirilirdi. Yazın kozikte, kışın aralıkta bulunan kara ocakta sac üzerinde ekşili (mayalı hamurdan) ve fettir dediğimiz (mayasız hamurdan) yufka ekmekler pişirilirdi. “Ekmeklerin iştah açıcı kokusu evden eve, ta iki sokak öteye yayılırdı. Şehirdekiler gibi beyaz ekmek değildi, kırmızımsı esmerdi, inceydi.”[45]
Bizim zamanımızda ekmek çok yenirdi. Ekmek olmayınca karın doymazdı. Ocak başının sıcaklığında kızgın sac üzerinde pişen kızarmış ekmeği iştahla yemek çok güzeldi. Eğer sac üzerinde ekmek pişirildiği zaman sıcak ekmeğin arasına bir tike (parça, lokma) kavurma bırakılıp biz çocuklara verilirse bayram ederdik, şayet yağ veya salça sürülürse sadece sevinirdik. Çörek yapıldığı zamanlar pişirme için fırına götürürdük. Çörek genellikle dini bayramlarda yapılırdı. Anlayacağınız, ben ve benden önceki kuşaklar; Türk, Kürt, Zaza, Ermeni o dönem ekmekle doyan, ekmekle büyüyen, ekmekle yaşayanlardık. Nimetlerin şahıydı ekmek bizler için.
Üçevler’de yemek yedildikten sonra aile büyüklerimiz, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin!” diye dua ederdi. Bundan şunu anlıyorum:
Kıtlık yıllarında herkes gibi aile büyüklerimizde çok acı ve açlık çekmişler.
Bulgur kaynatma ve sokuda dövme
Temel yiyeceğimizin birincisi ekmekti. İkincisi ise bulgurdu. Bulgur hazır alınmazdı, kendimiz yapardık. Yapımı çok zahmetliydi. Eylül ve Ekim aylarında evlerin önünde büyük ocaklar yapılır ve bu ocakların üzerine büyük bakır kazanlar kurulurdu. Önceden ayarlanmış buğdaylar bu kazanlarda güzelce kaynatılıp haşlanırdı. Sonra haşlanan buğday kevgirlerle çıkartılıp damlara serilen büyükçe bezlerin üzerinde güneşte kurumaya bırakılırdı.
Damın arkasındaki taş soku
Döner bir el değirmeni
Biz uşahlar (çocuklar) o zamanlar kaynamış bulguru ufak üsküre (tas) veya tabaklara doldurur üzerine azıcık duz (tuz) serperek hem yer, hem de eğlenirdik. Bezlerde kuruyan haşlanmış buğday daha sonra Abdullah dedenin evinin arkasında bulunan taş sokuda (dibekte) azıcık ıslatılarak tokmaklarla dövülüp tane kepeğinden, zarından sıyrılırdı.
Sokuda tokmakla dövme işi bir veya iki kişi tarafından yapılırdı. Sokudan çıkartılan dövülüp zarından ayıklanmış buğday tekrar bezlerin üzerinde kurumaya bırakılırdı. Sonra eleklerle elenip savrularak kepeği tanesinden ayrılırdı. Taneler kadınlar tarafından el değirmenlerinde çekilerek veya kiralanan bulgur değirmenlerinde öğütülerek pilavlık bulgur, köftelik bulgur, yarmalık, kısırlık, döğme, cücük (içli köfte bulguru)… elde edilirdi.
Mercimek ise önce elenir, taşı toprağı, çöpü ayıklanır, sonra da döner el değirmenlerinde çekilirdi. Çekilmiş mercimek sonra hafif esen rüzgârda savrularak kabukları tanesinden ayrılırdı. Pirinç yemeklerde çok az kullanılırdı. Pirinç satın alınacağı zaman Faho (Fahri Değirmenci/ d.1906-ö.1999) dedemden alınırdı. Eskiden Faho dedem Çermikten eşekle pirinç, kuru fasulye, kuru üzüm, dokuma bezi, şire bezi getirip Ergani’de satar ya da nakliyesini yapardı.[46]
Şağre (şehriye) kesme
Bulgur yapıldıktan sonra sıra şağre (şehriye) kesmeye gelirdi. Bulgur pilavının şağresizi birazcık yavan olur, makbulü şağreli olanıydı. Ama bizim pilavlarımız genelde bol bulgurlu, az yağlıydı.
“Şağre kesmek” eskiden sadece Üçevler’de değil, Ergani ve Diyarbakır çevresinde önemli sosyal etkinliklerden biriydi. Şimdi tarih oldu. Bu nedenle biraz anlatmakta fayda var. Şağre kesmenin sözcük anlamı yağlı hamurun parmaklar arasında ince ve küçük bir şekilde yuvarlanıp doğranmasıdır. Kesilen şağreden, şağre pilavı, çorbası yapıldığı gibi bulgur veya pirince katılarak şağreli pilav da yapılırdı.
Bu işi için evlerde şağre kesme toplantıları yapılırdı. Üçevler’deki tüm kadınlar, kızlar bu toplantıya katılırdı. Hatta heveslenen erkek çocuklar bile yerlerini alırdı. Üçevler’e yakın olan konu komşu, tanıdıklar, akrabalar da yardıma gelirdi.
Şağre genellikle sonbaharda kesilirdi. Bu iş evlerde sırasıyla imece usulü yapılırdı. Sıra kimdeyse önce gelecek kişi sayısına göre teştte yağlı hamur hazırlanır ve akşam olunca da o evde toplanılırdı. Bir odanın ya da aralığın orta yerine büyükçe temiz bir bez serilir ve bezin etrafına minderler konulurdu. Gelenler minderlere otururdu. Yaşlıların, saygı duyulanların arkasına mutlaka yastık bırakılırdı. Yağlı hamur dağıtımını işin erbabı olan biri yapardı. Dağıtılan hamur büyük bir ceviz büyüklüğünde olurdu. Dağıtılan hamura eşbah ya da künt, dağıtana da küntçü denirdi. Hamur isterken genelde el çırpılırdı. Hamur dağıtıcı teştteki hamurdan bir parça hamur kopartarak (küntü, topağı) el çırpana atardı. Hamur ya havada tutulurdu ya da isteyenin önüne düşerdi. Yanlışlıkla bezin ortasına ya da başka birinin önüne düşmezdi. Hamuru alan kişi sol elinde tuttuğu hamuru işaret ve başparmağıyla incelterek sağ elle aktarır ve sağ elde yuvarlanmış hamuru tekrar işaret ve başparmak yardımıyla bir kez daha yuvarlayarak kopartıp beze atardı. Şağre denilen şey, beze atılan işte bu küçücük yuvarlanmış hamurlardır. Şağrenin makbul olanı, boyu bir santimetreden, çapı iki milimetreden küçük olanıdır. Bazen yarışmalar yapılırdı, çabuk/güzel/ince şağre kesen kazanırdı. Şağre kesilirken eller temizce yıkanırdı ya da yıkanmış kabul edilirdi. Bu nedenle şağre kesilirken başka nesnelere dokunulmazdı. Bir şeyler yenilmezdi. El, daha doğrusu şağre kirlenmesin diye. Sadece su içilirdi. Su için de önceden su dolu desti (testi) ve bardak veya bakır tas hazırlanırdı. Su dağıtım işini genellikle genç kızlar veya çocuklar yapardı. Teştteki hamur bitince iyi dileklerle herkes kendi evinin yolunu tutardı, kesilen şağre ise kurumaya bırakılırdı. Şağre kesme işi tüm evlerde yapıldıktan sonra sonlanırdı. Kuruyan şağreler daha sonra ihtiyaç duyuldukça kavrulup pilavlarda kullanılır, hakiki pilav yapılırdı.
Şağre kesme toplantılarında hamurlar dağıtılınca parmaklar makinaya bağlanmış gibi otomatikman seri çalışmaya başlar, parmakların çalışmasına paralel çenelerde çalışırdı. Sorunlar, duyulanlar, olup bitenler, nişanlananlar, evlenenler, doğumlar, hastalananlar, ölenler, gurbette olan tanıdıklar, bağ bahçe işleri… hayata dair her şey konuşulur ve şarkılar, türküler, masallar söylenirdi. Şakalar yapılır, takılmalar olurdu, ama hiçbir zaman nahoş bir şey olmazdı. Masalları Zelo nene ve Çermik’ten özel olarak şağre kesme için çağırtılan annemin arkabası Fatima (Bardakçı) abla anlatırdı. Fatima abla çok iyi bir anlatıcıydı. Her şeyi ballandıra ballandıra anlatırdı, onun bir şeyler anlatması için kadınlar kendisine yalvarırlardı. Türküleri kardeşim Haydar ve Şado abla söylerdi. Şado abla Huma Kuşu’nu çok güzel söylerdi. “Yavru yavru huma kuşu yükseklerden seslenir/ Oğul yar koynunda bir çift suna beslenir,” diye. Bu türkü söylendiğinde bir sessizlik ve hüzün çökerdi. Sanırım bu hüzün/üzüntü/yas 93 Osmanlı-Rus ve Birinci Dünya harbine gidipte gelmeyenler ve İkinci Dünya harbinde ise acı/kıtlık/yoksulluk çektikleri içindi!
Televizyon, radyo ve gazetenin olmadığı o dönemlerde iletişim ve bilgilenme açısından “şağre kesme”nin çok önemli bir toplumsal görevi yerine getirdiğini düşünüyorum.
Ben böyle düşünüyorum, ama herkes benim gibi düşünmüyor. Konuşma ve çene çalmanın fazla olması nedeniyle bir araya gelip fazla konuşanlara bazen şaka yollu “iyi şağre kestiniz ha” deyip takılırlar. Bugün bile Diyarbakır ve çevresinde çok konuşmaya karşılık olarak “şağre kesmek” deyimi kullanılmaktadır.
Kavurma yapımı
Güzün kışlık hazırlıklarından biri de kavurma yapımıydı. Her aile kendi kesesine ve nüfusuna göre kavurma yapardı. Kavurma yapılacak hayvan ya canlı alınıp kesilirdi ya da kasaptan gövde et olarak alınırdı. Babam bazen hayvan pazarından o andaki maddi durumuna göre bir veya iki tane tüştür diye isimlendirdiğimiz bir yılını doldurmuş dişi keçi ya da çepiç dediğimiz bir yaşını doldurmuş kısırlaştırılmış erkek keçi veya toklu dediğimiz bir yaşını doldurmuş erkek koyun alırdı, bazen de kasaptan hazır gövde et alırdı. Alınan hayvanları babam kesmezdi, kasap gelir hayvanları keser, derilerini yüzer ve etleri büyük parçalara ayırdı. Kesilen hayvanların ciğerleri kebap ya da yahni yapılırdı. Kelleleri, ayakları, işkembesi kellepaça yapılırdı. İnce bağırsakları da mumbar yapılırdı. Kavurma yapılıdığında; “Koyunlar tüm günahlarını yüzülmüş derilerinin üzerinde bırakır, kocaman bakır kazanlara girer, kazanların altında yanan odunlarla, cehennemin tadını tadar, kavurma olup çıkardı.”[47] Bizler de kavurmasıyla, kebabıyla, kellepaçasıyla, mumbarıyla bayram yapar doyasıya et yerdik, ete doyardık.
Kavurmanın yapımı tam bir şölendi. Kesilen hayvanın eti veya kasaptan alınan et akşamdan uygun bir şekilde parça parça dilimlenerek bakır leğenlerde konulup güzelce tuzlanırdı. Et akşamdan tuzlanıp bekletilmediği zaman etler pişince parça, bütün olarak kalmaz, dağılır. Bu nedenle tuzlanıp bekletilirdi. Sabah ocak hazırlanır, akşamdan tuzlanan et bakır leğenlerden bakır kazana boşaltılırdı. Ocağa odunlar atarak aynı kararda ocağın yanışı sağlanırdı. Kazanın ağzı bakır sini ile kapatılırdı. Etle pişmeye başlayınca tahta kürekle zaman zaman kazandaki etler karıştırılırdı. Etler pişinceye ve içerisinde etlerin suyu kalmayıncaya kadar pişme devam edilirdi. Etlerin pişmeye başlamasıyla büyüklerimiz bizlerinde tabaklarına pişmiş etlerden azıcık azıcık bırakırdı. Bu arada ayrı bir kapta kavurmaya yetecek miktarda daha önceden hazırlanan kuyruk yağı veya tereyağı azıcık kızartılır ve sonra kazanda pişen kavurmanın üzerine dökülürdü. Bir müddet etler yağların içerisinde böyle pişirilir, kavrulur ve kazanda hiç etsuyu kalmayıncaya kadar bu işlem devam ederdi. Kavurma hazır olunca ataş (ateş) ocaktan alınır, kazan ağzı kapatılarak kavurma soğumaya bırakılırdı. Kazan soğuyunca etler yeşil kavurma küplerine aktarılırdı. Kazandaki kavurma yağı küpteki kavurmanın üzerine dökülürdü. Yağın kavurmanın üstünü kapatmasına dikkat edilirdi. Kış boyu kavurmanın eti ve yağı çeşitli yemeklerde kullanılırdı. Bazen de sabah kahvaltılarında soframıza gelirdi. Kavurma yapıldığı zamanlar çok güzel günlerdi, gözlerimiz pırıl pırıl parlardı.
Kurutma kurutması
Güzün bir kış hazırlığı da çeşitli yazlık sebzelerden kurutma yapma işleriydi. Üçevler’de çeşitli sebzeler ekilse de, kış hazırlığı için Çermik ve Şêxan köyünün isotu, frengi ve balcanı makbul olması nedeniyle çarşıdan satın alınırdı. Hazırlıklar şunlardı: Domatesin salçası çıkartılır; isot, balcan, kabak, bamya iplere dizilerek ağaç dallarında kurutulurdu. Rüzgâr esince ağaç dallarındaki kurutmalar kulaklarda tatlı bir haz bırakan melodik sesler çıkarırdı.
Salça çıkarmak çok zahmetli bir işti. Önce domatesler doğranıp ezilir, ekşimeye bırakılır ve sonra da suları süzgeçlerden geçirilerek teştlere doldurulurdu. Teştler dolunca damlara çıkartılarak güneşte buharlaşmaya bırakılırdı. Toza ve sineklere karşı üzerlerine ince bir bez veya tülbent atılmasına gerek duyulmazdı. Aralıklarla teştlerdeki salça bir ağaç dalıyla ya da tahta kaşıkla karıştırılırdı. Kıvamına geldiğinde damdan indirilir kilerde saklama kaplarına konulurdu.
Kurutma hazırlığında en kolay olanı yeşil fasulye ve bamyanın kurutulmasıydı. Fasulye ayıklanıp parçalara bölündükten sonra damda bez üzerine serilerek güneşte kurumaya bırakılırdı. Bamya ise bütün olarak iplere dizilir evlerin yakınındaki ağaçlara kuruması için asılırdı. Aynı şekilde olgunlaşan kayısı, erik gibi meyveler de toplanıp damlarda bezlerin üzerinde kurutulurdu. Kurutulmuş kayısıya eşbabiye derdik. Dolmalık isot ve balcan kurutmasının hazırlanması çok zahmetliydi. Tek tek içleri oyulup iplere asılarak kurutulurdu. Bazen kazalarda olurdu, el ve parmakların kesilmesi, iplerin koparak kurutmalıkların dağılması gibi. Ama bazen hiç beklenmedik kazalarda olurdu. Örneğin bir keresinde anam iki haral (büyük çuval) dolmalık isot aldırdı. Tek tek içlerini oyup tohum kısmını çıkarttı, isotları ipe dizip kurumaları için evin yakınındaki payam ağaçlarına astı. İsotlardan geriye kalan tohumları ise götürüp yem olarak ineğin önüne döktü. Zavallı inek acı isot tohumlarını fazla yiyince sancılanıp kıvranmaya başladı. Kahvede babama haber verdik. Babam beraberinde çarşıdan kasap getirdi ve ineği kestiler. Anam o gün babamdan bir ton küfür yedi, azar işitti.
Bişme (Bağbozumu)
Evin arkasında kazanlar kurulmuş bizim
Bekliyor sepetler dolusu bal tadında üzüm
Bir eli üzüm torbasında bir eli dut dalında
Kardeşim Haydar şire sıkıyor küründe, iki gözüm
Bağlarımızda çeşit çeşit üzümler vardı: Tahannebi, şire, avderi, mısabak, hatun parmağı, şam üzümü, şarap üzümü, venki, cılk venki, kırtkırt, kırmızı üzüm ve tülkikuyruğu gibi… Baharın üzüm bağlarından taze yeşil yaprakları toplanırdı. Sonra toplanan bu yapraklar kışın serçe parmağı kalınlığında güzelim sarmaların sarılması için hafif haşlanarak naylon bidon veya küplerin içinde bozulmadan kalabilecekleri şekilde tuzlu suda salamura yapılarak saklanırdı.
Üzümler hep birlikte toplanırdı Büyükbağ’da güneşte
Küründe sıkılır, tatlı şiresi dolardı kazana teşte
Gündoğmadan kazan altına odunları atıp yakardık
Kaynar bulamacı kazan başında yemeye başlardık
Şire üzümü olgunlaştığı zaman bişme’ye düşülürdü, yani bağbozumu başlardı. Esma nenenin damının arkasındaki tüt ağacının altına kazan ve kürün (tekne) kurulur, akşamdan teştler, dolçalar (sürehi), maşrapalar, kevgirler, süzgeçler, bastuğ (pestil) bezleri, şirebezi[48], yakılacak çalı çırpı, kullanılacak su eksiksiz hazırlanırdı. Büyükbağ’dan ve diğer bağlardan gelen şire üzümleri yıkanır ve şire bezinden yapılmış torbalara doldurulurdu. Abdullah dede, Zeki amca, kardeşim Ali Haydar… çıplak ayaklarıyla küründe ince kabuklu şire üzümünü ezip üzüm suyunu, yani şiresini (şırasını) kürün önündeki kazana akıtırlardı. Şirebezi içinde kalan şiv, yani posası yuvarlak topaçlar halinde kürünün yanı başına istiflenirdi. Şire (şıra) kürün önündeki küçük kazandan alınıp büyük bişme kazanına süzülerek aktarılırdı. Kaynatılıp kefi (tortusu) alınır, un ve yeterince ayran katılarak bulamaç yapılırdı. Un ölçülü bir şekilde şireye katılırdı. Bunun için Zelo nene el kantarıyla kazandaki şirenin miktarına göre unu tartardı. Kantar tartımında eski ağırlık ölçü birimleri batman ve nuvi kullanılırdı. Bulamaç kazanını genellikle Abdullah dede tahtadan yapılmış bulamaç küreğiyle karıştırırdı. Abdullah dedenin dışında başka biri karıştırırsa eğer kazan mutlaka dip tutardı. Dede çok iyi bir karıştırıcısıydı. Bulamaç kıvamına geldiğince Zelo nene ve Şado abla ellerine tahta malaları alıp bastuğ yapmak için bulamacı tek tek beyaz bezlerin üzerine ince bir tabaka halinde sürerdiler. Üzerine susam serpilmiş tadına doyum olmayan hazır bastuğ bezleri gelinler, kızlar ve komşu kadınlarca bitişikteki arsaya serilirdi. Bastuğ burada güneşte kurumaya bırakılırdı. İpe dizilmiş ceviz ve bâdemli sucuklar bulamaca batırılarak kurumak için ağaçlara asılırdı. Bişme zamanı bakır bişme kazanında şire durmadan kaynardı; pekmez kıvamını, halavi (helva) sırasını, kesme kesilmesini beklerdi. Şivlerin bir kısmından da sirke ve turşu yapılırdı. Bir kimya mühendisi olarak şunu söyleyebilirim: Şivden yapılmış bir turşunun tadını hiçbir turşu veremez!
Kürün ve kürünün içerisinde saplı kevgir, tahta çömçe, kabak dolça
Bir mühendis olarak başka bir şey daha burada anlatmalıyım. O eski zamanlarda bulamaç yapılmadan önce biz çocuklar bağ ve bahçe kenar ve sinorlarında bulunan Meyane denilen bir bitkinin dallarını bıçaklarımızla keser, biçer, delikler açarak ip yardımıyla at, deve gibi çeşitli oyuncaklar yapardık. Bulamaç kazanında bulamaç hazır olduğunda da yaptığımız bu oyuncakları kazana batırır her tarafını bulamaçlardık ve sonra bunları en yakındaki bir ağaç dalına asarak kurumaya bırakırdık. Kış gelince sıcak sobanın başında yaptığımız at, deve gibi bu oyuncakları keserek meyane kokulu kurumuş bulamaçları sıyırıp eğlenerek güzelce yerdik. Çok sonraları bu meyane denen şeyin anason bitkisi olduğunu öğrendim. 1979 yılında Diyarbakır Rakı fabrikasında çalışırken rakı yapımında kullandığımız anason tohumundan birazcık Ergani’ye götürdüm ve babam bahçede bu tohumları ekti. Tohumlar yeşerip büyüyünce baktık ki bunlar bizim at, deve ve oyuncaklar yapıp bulamaç kazanına batırdığımız meyanenin ta kendisi. Bir yaz Ergani’ye annemi ziyarete gittiğimde bahçede su kuyusunun yakınında üç küme anason, yani meyane bitkisinin tohum bağlamış çiçeklerinin bana baktığını gördüm. Annem gözleri hüzünlü bir şekilde uzaklara dalarak anıların yoğunluğu altında kendi kendine konuşur gibi; “Hatırlıyor musun, Diyarbakır’dan sen getirmiştin bunların tohumlarını. Baban tohumları ekti, çok güzel oldular. Çoktular, şimdi sadece üç küme kaldı,” diye konuşmaya başlayınca annemle birlikte bende anılar yolculuğuna çıkarak ister istemez hüzünlendim.[49]
***
Bişme kazanı ve kürün kurulup şire üzümü getirilince ve küründen şire akmaya başlayınca civardaki tüm bal arıları, sarı arılar, kızıl arılar, sinekler… kürünün çevresine üşüşür, dolaşmaya başlardı. Arı sokmalarının önüne geçmek, iş kaybını ve de şire ve pişirilen şeylerin içlerine bunların düşmesini önlemek için pratik, çok kolay bir çözüm bulunmuştu; bir parça ciğer parçası en yakın bir ağacın dalına asılırdı. Kokuşmuş ciğer parçası bir mıknatıs gibi çevredeki tüm sinekleri, arıları üzerine çekerdi. Böylece arı sokmalarından kurtulmuş, kaplara arıların, sineklerin düşmesi ve iş kaybı önlenmiş olurdu.
“Pişme’den sonra, tevekler, elinden yavrusu alınmış analar gibi sararıp, rüzgarla inler dururlardı. Sadece, kışlık bazı üzümler, seyrek olarak teveklerde bulunurdu. Bağ bozumundan sonra, çoluk çocuk, yaşlı genç herkes bağı terk ederdi. Kalabalıklar bağları terk edince, bağlar sakinleşirdi. Kuşlarla baş başa kalan tevekler, üzüntüden, bir müddet sonra yapraklarını dökerdi. Teveklerin gövdeleri, çıplak dallarıyla, rüzgar estikçe acı acı dertleşirlerdi.”[50]
Yunan şair Yannis Ritsos kendi bağbozumlarını bizim Üçevler’dekinden biraz farklı ama çok güzel anlatır, hasret kaldığımız o güzel günleri:
“En çok da bağbozumlarını severdim.
Her şey taze şarap kokardı;
Ev, hava, su, giysiler, pencereler.
Üzümleri çiğneyenlerin
Kırmızı, kıpkırmızı ayaklarına bakardım;
Sanki yalancı, ama kendine göre çekici bir
vahşeti olan bir
Savaşta kana bulanmıştı bu ayaklar.
‘Karıları bu adamların ayaklarını yalamalı,
yoksa yazık olacak bunca şaraba,’ demiştim anneme.
Annemde gülmüştü.
Çok uzun sürerdi bu akşamlar.
Bütün dünya şıra peltesi kokardı.
Binlerce yıldızdan tarçın serpilirdi sarnıçların üzerine.”
***
Bişme’de bazı ilginçlikler de olurdu. Bunlardan birini Nurettin dayımın kaleminden aktarayım:
«Havva Ablam anlatıyor:
“Kazanlar kuruldu, bütün hazırlıklar tamamlandı. Sıra üzümlerin toplanmasına geldi. Üzümler toplanmaya başlanmadan önce plan yapılırdı. Yakın akrabaların üzümleri birlikte işleneceğinden, önce kimin işi yapılacaktı? Bu soruya cevap bulunduktan sonra, yapılan plana göre üzümler toplanırdı. Bir gün Esma Nenenin üzümleriyle pestil yapılacaktı. Üzümler sıkıldı, şıra kazana dolduruldu. Pestil yapımı için gerekli un bulamaç haline getirildi. Şıra kaynamaya başlayacağı sırada bulamaç kazana yavaşça dökülürdü. Eğer bulamaç eritilmemişse, kazanda bütün kütle halini alır ve sorun çıkardı. Esma nenenin pestil yapılacak kazanına bulamaç dökülürken, yumak haline gelmiş hamur gürültülü biçimde düştü ve “cup!” diye ses çıkardı. Tüm bu işler aceleyle yapılırken, uzakta bulunan Esma Nene, kazana dökülen bulamacı tam göremedi ve kedinin kazana bulamaçla birlikte düştüğünü zannetti. Hem üzülmeye başladı, hem de: “O kazan benimdir! Kedi de benim kedimdir!.. Abdullah, kurbanın olayım, şırayı ‘murdar oldu’ diye devirme!” Herkes şaşkın şaşkın bir kazana bir de Esma Neneye bakmaya başladı. Kazanın başındaki Abdullah: “Ana, ne kedisinden bahsediyorsun sen?” diye sordukça; Esma Nene, “Ben kediyi kendim çıkarır ve uzak bir yere de kendim atarım. Ne olur kazanı devirme!” yalvarıyordu.
Kimse konuşmalardan tam bir anlam çıkaramıyordu. Bazıları hayretle kazana bakıyor, Esma Nene ise uzaktan kazanın içindeki şıranın dökülmemesi için durmadan yalvarıyordu. Bişmede bulunanlardan bazıları kızıyor, bazıları da gülüyordu.
Sonunda, Esma Nenemizin, uzaktan tam eritilmemiş beyaz hamur topağını kedi gibi gördüğü anlaşıldı. Bişme boyunca, gündemi, “kazana düşen kedi hikâyesi” belirledi.
O kış çocuklar kendilerine pestil verileceği zaman, “kedinin içinde piştiği pestilden mi” diye sordular.”»
Ha, birde üzüm toplarken arada sırada teveklerinin altında sıcaktan kendini korumaya çalışan, serinleyen, kölor olmuş, yani kendi etrafında dolanmış yılanlarla karşılaşırdık. Böylesi durumlarda bazen yılanlara karışmazdık, bazen de öldürürdük. Oysa ne o yıllar, ne de sonrasındaki yıllarda yılanların akrabalarımızdan birine ya da hayvanlarımıza bir zarar verdiğine hiç tanık olmadım!
Aslında yılanlar zararsız olmalarının yanında doğal dengeyi sağlayan hayvanlardır. Kendisine karışılmadığında, kuyruğuna basılmadığında zarar vermez. Zararsız olmalarını bir yana bırakalım, “Yılan, en ilkelinden en gelişmişine kadar hemen her topluluklarda da tanrı sayılmıştır.”[51] Sonradan Yahudi-Hıristiyan geleneği yılanı şeytan’la bir tutularak aforoz etmiştir. İslâm da bu geleneğin takipçisi olduğu için yılanlara iyi gözle bakmamıştır. Yılan aforoz edilmesine karşın bugün hâlâ doktor ve eczacıların yakalarında, rozetlerinde iyileştirici, sağaltıcı bir simge olarak yer almaktadır.
Yoğurt ayran yapımı ve satımı
Anam dut ağacının altında tuluhta ayran yayar
Ayran yayarken düşünür hep: sekiz çocuk nasıl doyar?
Üçevler’de anam, Şado abla ve Zelo nene inek beslerdi. Bir dönem Abdullah dede koyun da besledi. İnek ve koyunların süt ve yoğurdu birazcığı tüketilirdi, çoğu satılırdı konu komşuya süt, yoğurt, ayran olarak. Çarşıya sadece yoğurt götürülürdü. Eskiden dolap ve buzdolabı yoktu. Süt ve yoğurt kaplarının üstüne mükebe[52] denilen yuvarlak ve birazda yüksekçe olan sepetler kapatılır, üstüne de ya bir taş parçası ya da ağır bir cisim konulurdu sütü kedi ve yılanlar gelip içmesin diye. Yoğurtlar taslarda ya da bakır sıtıllarda mayalanırdı. Yoğurt kapları tahtadan yapılmış teşkerelere konularak çarşıya götürülürdü. Zeki amca Şado ablanın; ben, Haydar ve diğer torunlar Zelo ananın yoğurdunu çarşıda sipariş veren tanıdıklara verir veya Meydan’da satardık. Zeki amcanın uzun bir süre, evliyken bile teşkereyle yoğurtları Çarşıya, Meydan’a satmaya götürdüğünü hatırlıyorum.
Ayran, tulum çıkarılmış ve dabaklanmış keçi derisinden yapılmış tuluhlarda yapılırdı. Dabaklama için önce nar kabukları kurutulur, sonra da bunlar dibekte dövülüp su katılarak bulamaç haline getirilirdi. Tulum olarak çıkarılmış deri bulamaç haline getirilen ceft denen malzemeyle iyice sıvanıp güneşte kurumaya bırakılırdı. Bu işlem birkaç kez tekrarlanırdı. Sonra iyice temiz suda yıkanırdı. Ardından dabaklanan tuluhun ön iki ayağı dirsek kısmından 30 cm boyunda yontulmuş kılop denen bir ağaç parçasına, arka ayakları da yine dirsek kısmından başka bir benzer ağaç parçasına sıkıca bağlanırdı. Bu iki ağaç parçasının ortalarında birer delik olurdu ve bu deliklerin arasına tuluh katlanmasın diye tuluhun boyunda kêrî denilen uzun bir ağaç parçası geçirilerek bağlanırdı. Tuluğun boyun kısmı ise açık kalır ve ağız olarak kullanılırdı. Bu ayaklara bağlı ağaç parçaları yayık yayarken tuluğun yüksek bir yere bağlanmasında ve yayık yayanın tutacağı olarak kullanılırdı.
Yayık yayılırken önce tuluğun ağız kısmından yoğurt bir huni yardımıyla tuluğa konulur ve ardından uygun oranda üzerine soğuk su ilave edilirdi. Sonra tuluh ağızdan üflenerek şişirilip ağzı güzelce bir iple bağlanırdı. Daha sonra da tuluh yüksek bir yere asılır ve yayık yayan tutulacak ağaç parçalarının ucundan tutarak tuluğu sert bir şekilde elle ileri itip geri çekerek ayran yaymaya başlanırdı. Arada ağız kısmı açılıp kontrol edilir, gerekirse su ilavesi yapılırdı. Yağ ayranın üstüne tamamen çıkana kadar yayma işi devam ederdi. Tamam olunca bir teşte dökülüp üzerindeki yağ alınır, ayran da kaplara bırakılırdı. Zelo nene arışın altında, Hava anam evimizin önündeki dut ağacının altında ayranı yayardı. Tuluhtayayılan ayran ve yağın kokusu yedi mahalleden duyulurdu, tadı çok güzeldi.
Hedik yapımı
Üçevler’de kadınların maşallahı vardı. Anaçtılar, ortalama iki yılda bir çocuk doğururlardı. Örneğin aradaki düşükleri saymasak Anam 8, Hatice abla 6, Ayşe abla 6 (1962 yılında doğan bir erkek çocuğu 15 günlükken boğmacadan öldü), Emine abla 7 çocuk doğurmuşlardır. Böyle olunca yaklaşık her yıl hedik yapılırdı ve biz çocuklar bol bol hedik yerdik.
Hedik, çocuğun ilk dişi çıktığı zaman çocuk sağlıklı büyüsün, nazar değmesin, dişleri güzel olsun, gelecekte işleri rast gitsin, güzel olsun inancıyla yapılırdı.
Üçevler’de hedik dökme toplantıları yaz aylarında evlerin önünde bulunan ağaçların altında, havalar iyi değilse evlerde yapılırdı. Diş çıkaran çocuğun evine akraba ve komşu kadınlar eksiksiz çağrılırdı. Çocuklar davetsiz misafirdiler. Katılımcılar tamamlanınca hedik dökme törenine başlanır, diş çıkaran çocuk giydirilip süslenmiş bir vaziyette büyük bir yemek tepsisinin veya sofra bezinin üzerine oturtulurdu. Önüne ekmek, bıçak, makas, kitap (Kur’an), kalem defter bırakılırdı. Çocuk bunlardan hangisini alırsa mesleğini belirlemiş olduğuna inanılırdı: Ekmek fırıncılığı, bıçak kasaplığı, makas terziliği, Kur’an hocalığı, kalem defter öğretmenliği işaret ederdi. Hedik döküleceği zaman çocuğun başından şubara (bebek başlığı) çıkartılır, Zelo ana kendine has dualarıyla “dişin ve bahtın bu buğday tanesi gibi güzel olsun” temennisiyle haşlanmış nohut ve buğdayın soğumuşunu tas veya tabakla çocuğun başına dökerdi. Alkışların ardından çocuğun çevresinde toplanan genç kızlar şarkılar söyleyip oynamaya başlardı, yaşlılar dualar okurdu. Hedik törenine gelenler hedik yemeğinin ardından hediyelerini verirdi. Kimse kalmayınca tören sona ererdi.
Hediğin yapılışı:
Buğday ve nohut ayrı ayrı haşlanır. Haşlanan bu nohut ve buğdaydan bir tas veya tabak diş çıkaran çocuğun başına dökmek için ayrılır, geriye kalanı süzülerek yemeği yapılırdı.
Süzülmüş haşlanmış nohut ve buğday bir kazan ya da büyükçe bir tencereye bırakılır. Üstüne su ilave edilir. Sonra uygun oranda yağ, yağda kavrulmuş un, daha önceden kuşbaşı şeklinde azıcık pişirilmiş koyun eti, salça, pul biber, tuz konulur ocak üzerinde pişirilir. Pişme işi gerçekleşince içerisine bir tutam zahter (bir tür kekik) atılır ve servis edilirdi.
Hedik yemeği ne kadar çok yapılırsa, ne kadar çok yenilirse, ne kadar dağıtılırsa diş çıkaran çocuğun o kadar sağlıklı ve güzel dişlere sahip olacağına inanılırdı.
Zegerek ya da Zahter yapımı
Sonbaharda hep aş için gerekli olan şeyler yapılmazdı, bazen de sofralarımızı renklendiren, ağızlarda hoş tatlar bırakan şeyler yapılırdı. Mesela bunlardan en ilginci zegerek yapımıydı. Sabah kahvaltılarında şayet zegerek soframıza gelir ise soframız zenginleşir, ağızlarımız tatlandırırdı.
Zegerek yapımı ve gerekli malzemeler:
Bir kilo kavrulmuş susam/üküncü, iki kilo kavrulmuş un, yarım kilo evlerde yapılan kumda kavrulmuş tuzlu kırık leblebi, yarım kilo kavrulmuş ceviz içi, yarım kilo kavrulmuş badem içi, 250 gram kavrulmuş kavun çekirdeği içi, bir veya iki yemek kaşığı acı toz biber, bir avuç zahter. Acı biber isteğe bağlıdır. Bunlar havanda ayrı ayrı un haline gelinceye kadar iyice dövülür. Sonra bu malzemeler karıştırılır ve ince elekte elenir. Elek üstünde kalanlar yeniden havanda dövülür ve yeniden elenir. Bu işlem tekrarlanarak zegerek hazır olmuş olur. Zegerek’e zahter katıldığı için Ergani’de bazı aileler Zegerek’e Zahter der. Üçevlerde bizler de zahter olarak adlandırırdık.
Gül şerbeti yapımı
Bahçelerden kırmızı, pembe güller toplardık
Gülleri cam şişelere koyar gül şerbeti yapardık
Gül şerbetini aile büyükleri değil, çoğunlukla biz çocuklar yapardık. Bahçelerden topladığımız pembe ve kırmızı güllerin yapraklarını su dolu cam şişelere bırakır, içerisine de azıcık limon tuzu atıp şişelerin ağzını güzelce kapatılarak güneşe bırakırdık. Şişeler 15-20 gün güneşte kalınca, gül yaprakları rengini şişe içerisindeki suya verirdi; rengi kırmızılaşır veya pembeleşirdi. Sonra şişedeki gül suyunu bir tülbent yardımıyla süzüp içerisine bir miktar toz şeker atarak gül şerbetini içime hazır hale getirirdik. Şerbetin içine buz parçası veya kar atabildiğimiz zamanlar sıcak yaz günlerinde soğuk gül şerbeti yürek ferahlatırdı. Gül yapraklarıyla dolu renkli şişelerin görünümü ve gül şerbetinin içimi/tadı/kokusu çok uzaklarda kaldı.
6. Çocukken oynadığımız oyunlar
geçmişle gelecek arasında belirsiz bir zamanda
sabahları kışın ağlayan penceremize serçeler konardı,
biz, yanan sobanın başında masallar dinlerdik.
“İnsanın anayurdu çocukluğudur,” denilir.Makam dağından esen rüzgâr gibi uçup gitti zamanla yaşananlar. Eski yüzler, eski renkler, eski sesler bir bir yok oldu. Zamandan gözlerimiz bağlı geçtik. Sonraları gözlerimizin bağı çözüldüğünde ve geçmişi incelediğimizde yaşamış olduğumuz şeyleri kavraramaya ve anlamaya başladık. Bunlardan sadece özetinin özeti anılarda kaldı.
Bizim için o zamanlar hem oyun çeşidi, hem de oyun alanı çoktu. Oyuncaklarımızın çoğunu da kendimiz yapardık. Çikçiko ve kamışlı uçurtma, kuş lastiği (sapan), tellerle yapılmış arabalar, bez veya naylondan yapılan toplar, dere yataklarından topladığımız desenli mermer ve taş parçalarından yapılan ğarlar (bilye, misket), küçükbaş hayvanların arka ayak kemiklerinden yapılan aşuk (kemik) en çok yapığımız oyun nesneleriydi.
Bahar geldi oyun oynarız
Kuzu otlatıp hayal kurarız
Oynadığımız oyunlar ise genellikle şunlardı: Çikçiko ve kamışlı uçurtma; çelik çubuk, kılıç kalkan, top, saklambaç, üç adım, birdirbir, uzuneşek, ğar, aşuk, kopça (düğme), ceviz oynama; çember çevirme, ağaçlara çıkma, kuş avlama, avlanan kuşları pişirip ekmeksiz yeme, elpenek (kelebek) yakalama, kızıl ve sarı arı yuvalarını dağıtma, arı damlarının önünde bal arılarını yemeye gelen kızıl arıları ağaç dallarıyla veya ince tahtalarla öldürme; aktris ve artist kartları ve gazoz kapağı toplayıp bunlarla oynamak; makmak ve deleme (topaç) çevirme… Bazen de olmayacak işler yapardık, tepelere çıkıp taş ve kayaları aşağılara yuvarlardık.
Eskiden kar çok yağardı. Biz çocuklar kara doymazdık. Sürekli kartopu oynar, kardan adam yapar, damları küreler, kürekle evlerin önünde biriken karları temizleyip yolları açar ve Goconun Tepesine gider kayardık. Yine bir kış çok kar yağmıştı, yaptığımız tahta kayakları, naylon leğenleri alıp Goconun Tepesine gittik, kaymaya başladık. Bütün Üçevler’in çocukları kayıyorduk. Hava sıcak, kar çok güzeldi. Amcaoğlu Suphi kayağı ile tepeden kaydı, ortalarda bir yerde durdu. Tepeden çığ şeklinde kar kümesi kartopu halinde yuvarlanarak üstüne geldi, kaçamadı önüne geçti. Kar kümesinin içindeki taş Suphi’nin sağ bacağını dizkapağının altından kötü bir şekilde yaraladı. Günlerce acı çektiğini hatırlıyorum. Bacağındaki yara izini hatıra olarak hâlâ taşımaktadır.
Oyunları genellikle Üçevler’de olan veya yakında oturan akraba çocuklarla oynardık. Bazen de oyun oynamaya mahalleden tanıdıkların çocukları gelirdi veya biz onlara giderdik. Şimdi bunlar anılarda, çok geride kaldı. Değerli dostum Vecdi Subaşı’nın türkü tarzında yazdığı Garip başlıklı şiirinde dediği gibi:
“Kuşlar gelmiş kimse yohki taşliya
Bahçe kalmış çocuh ile yaşliya
Çalan yok ki uzun hava başliya
Üçevler’de garip garip gezerim.”[53]
7. Eğitim ve okul durumu
defter ve kitaplarımız bezden yapılmış torbalarda
okula giderdik kış günleri buzlu çamurlu yollarda
Atamız Kavas Mehmed’in Osmanlının bir subayı olduğu söyleniyor, ama nasıl oluyorsa kendisinden sonraki üç kuşağın eğitimle hiç bir ilişkisi olmamış. Dördüncü kuşağın ise çok az olmuş. Aklım almıyor. Sadece bağ, bahçe işleriyle, tarım ve hayvancılıkla uğraşmışlar. Aralarında devlet okullarına giden ve okuryazar olan hiçbir kimse yok! Örneğin Zekeriya ve Abdullah dedelerin okuma yazmaları yoktu. Sonraki kuşaktan bazıları okula gitmeseler bile iyi kötü bir şeyler yazıp okuyabiliyordu. Kadınların durumu ise berbattı, hiçbirinin okuma yazması yoktu. Zekeriya ve Abdullah dedelerin kuşağından sadece Ali amcanın, bir sonraki kuşaktan ise sadece Cuma babamın iyi sayılacak derecede bir okuryazarlığı vardı. Bu her iki okuryazarlık devlet okullarına gidilerek öğrenilmemiştir. Eski yazıyı (Arap harfleriyle olanı) özel hocalardan, yeni (Latin harflerle) olanı ise kendi becerileriyle öğrenmişlerdir. Yahya amaca ise, Latin Alfabesi ve rakamları Zekeriya dedenin tarlalarını yarıya ekip biçen Ortak Nebo’dan öğrenmiştir.
Matbaa Avrupa’da kullanılmaya başlandığı tarihten 289 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu’na girmiştir. Sofibekir ailesi de eğitim ve öğretim için resmi devlet okullarına Cumhuriyet kurulduktan 25 yıl sonra gitmeye başlamışlardır. Sofibekirlerden devlet okuluna ilk gidenler Zeki ve Hamza amcalardır. Kanımca her iki amcada aynı yıl okula kaydolmuşlar (1956 olmalı). Zeki amca ilkokuldan sonra okula gitmedi[54]. Hamza amca Diyarbakır’da sanat okuluna kayıt oldu, ama okumadı. Okulu bıraktı. Sofibekirlerden yüksekokula ilk giden ve bitiren benim. İlk yüksek lisans yapan da Abdurrahman Üzülmez’dir.[55]
Ergani (Merkez) İnkılâp İlkokulu. Yıl: 1938
Kızlarından okula ilk giden kız kardeşim Gülnaz’dır. Ama Gülnaz okumadı, üçüncü sınıftayken okulu bıraktı. Kardeşlerim Yüksel ve Filiz ise liseyi bitirdiler. Zeki amcanın kızları Esma (ortaokul) ve Hilal (lise) da okul okuyanlardandır. Kızlardan üniversiteye ilk giden ve bitiren Hamza amcanın kızı Doktor Banu’dur. Sonraları kardeşlerim ve amcaoğulları ve kızları peş peşe okulları ve yüksekokulları bitireceklerdir.
Usta şairimiz Hasan Hüseyin’in dediği gibi, işimiz zordu; “bizler, yaş günü kutlanmayan çocuklarıyız bu toplumun; hangi yılda doğduğumuz bilinse bile, hangi gün doğduğumuz belli değildir. (…) Kitapsızlık, kitaplıksızlık, ışıksızlık, okulsuzluk, yolsuzluk, çevresizlik… İşte bizim ortamımız! Emekçi halkın çocuklarıyız; kendi geçeceği yolu kendisi açan makinalara benzeriz biz.”[56]
Ergani (Merkez) İnkılâp İlkokulu. Yıl: 1954
Üçevler’de o dönem görünürde her şey vardı, ama aslında hiçbir şey yoktu. Ben ve Ali Haydar okula birlikte kaydolduk. 1958 yılı olmalı. Koşullarımız çok zordu. Bir defa kasabadaydık, ama kasabadan ayrı yaşıyorduk. Okul çok uzaktı, kışın okula gidip gelmeler zulümdü. Genellikle bahçenin yanındaki derenin kenarında bir yılan gibi kıvrılan yoldan okula gidip gelirdik. O zamanlar ne doğru dürüst bir ayakkabımız, ne de çizmemiz vardı. Lastik Gislaved (Cizlavit) ayakkabı bizim için lükstü, kara lastik giyiyorduk. Karda, buzda ayak parmaklarımız donardı. Okul dönüşü sonrası birçok kez soğuktan ağladığımı hatırlarım. Defter ve kitaplarımızı türükte (bez torbada) taşırdık. Eldivenimiz yoktu. Tek odalı evde gaz lambasının ışığında ders çalışırdık. En önemlisi danışacak, derslerimizde yardımcı olacak, bir şeyler soracak kimselerin olmamasıydı. Kendi yolumuzu, kendi geleceğimizi kendimiz belirledik. İşimiz zordu, kendi başımızaydık. Ama başardık, okuduk. Ve bizden sonra okula gidenlere iyi birer örnek olduğumuzu düşünüyorum.
8. Üçevler’de hastalıklar ve tedavileri
Çocukluk ve gençliğe adım attığım mazide kalan o eski zamanlarda mikrop ve hastalık çok, ilaç ve doktor yoktu. Hasta olunduğunda, kırık çıkık veya doğum olduğunda hastaneye, doktora gidilmezdi. İlkel tedavi yöntemleri kullanılırdı. Zaten o dönem doktor ve ilaç da pek yoktu. Kötü hastalıklara çor denirdi. Soğuk aldığımızda, grip olduğumuzda nane çayı içirilerek ya da pişirilmiş ayva yedirilerek yatakta terlelmeye bırakılırdık. Kulağımızda sorun olduğunda davşan/tavşan yağı ısıtılıp kulağımıza akıtılırdı. Çocuklar hasta olduğunda Seher Bacı sırta jilet atar kötü kanı akıtırdı, Zelo nene ocak karasıyla alınlara haç (+) işareti yapardı. Seher Bacı’nın kulunçumun ortasına (sırtıma) attığı 7 jilet yerinin izlerini halen sırtımda taşıyorum. Yaşlılara hacamat vurulurdu. Çıban çıktığında soğan haşlanarak kuzzulkurt çıbanın üzerine konulurdu. El veya ayakta burkulma olduğunda burkulan yere yağlı hamur bırakılırdı. Şiddetli öksürme olduğunda pekmez içirilir ve sırtına pekmez sürülürdü, sonra pekmez üzerine toz biber ekilir ve bunları kapatacak şekilde sırta gazete kâğıdı konurdu. Bademcik olduğumuzda kulaklar çekilirdi. Ateşi yükselenlere[57] Cuma babam hamaylısından dualar okur ve muska yazardı[58]. Olmadı, kurşun dökülürdü veya Makam’a gidilirdi. Kırık çıkık olduğunda ya Kırıkçı Musa (Yalçın)’ya gidilir, ya da Kırıkçı Musa çağrılırdı. Doğum ve kadın hastalıklarında ise Beşiktaş’ından Hâspé Nene (Hasibe Akçay) çağrılırdı.
Hâspé Nene deyip geçmemek lazım. Çok iyi bir ebe ve üzerimizde çok fazla emeği olan bir insandır. Babam ve kardeşlerinin, benim ve kardeşlerimin, amca çocuklarının hepsinin ebesidir o.
Ben ve benden öncesi böyleydi de, ya sonrası? 8 Şubat 1977’de oğlum Ozan Üçevler’de oldu. Ailece çok sevindik. Doğumdan sonra eşim Sevgi kötü olmaya başladı ama. Ağrı, sancı ve halsizlikten bitap düştü. Hâspé Nene, Ergani Devlet Hastanesi’ndeki doktor ve doğum uzmanı çaresiz kaldı. Diyarbakır’a götüreceğiz, ama yerde yarım metre kar var. Arabalar kardan ötürü Üçevler’e çıkamıyor. Neyse doğumdan iki hafta sonra bir araba bulduk ve zar zor Çiftpınar yolunda Minto Nenenin Suyu’nun yanına kadar çıkabildi. Sevgi’yi sırtıma aldım ve Seher Bacı’nın evinin önünden kara batıp çıkarak taksiye götürdüm. Hemen direk Diyarbakır Kadın ve Doğum Hastanesi’ne gittik. Rahimde parça kaldığı için doktorlar hemen ameliyata aldılar. Doktorun dediğine göre zamanında hastaneye yetiştirmemizle Sevgi o gün ölümden dönmüş.
9. Bahçelerimize Ermenilerin Gelişleri
Mintonun Suyu’nda cevizin altında oturmuştular
Yürekleri kanamalı 1915’te vurulmuş yaralı kuştular
Geçmişin sesi kaybolmaz! 1960’lı yıllarda, Zülküf Dağı’nın tepesinde bulunan Meryem Ana Kilisesi’ni Ermeniler değişik yerlerden gelerek ziyaret ederlerdi. Baharın başlangıcında, Paskalya Bayramı’nın 40. günü İsa Mesih’in göğe yükselişi yortusu olan Hampartsum’da, Meryem Ana Kilisesi bölgenin sayılı kutsal yerlerinden biri olduğu için, yaşlısından gencine kadınlı erkekli ama çoğunlukla kadınlar, kızlar ve çocuklar gruplar halinde gelirlerdi.
Gelenler, akrabalarımızın bahçelerinde ağaçlarının altında ya da Minto Nenenin Suyu’nda ceviz ağacının altında gruplar halinde otururlardı. Annelerimizle ve biz çocuklarla hemen çok sıcak ilişkiye girerdiler. Biz çocuklara çörek, börek, kurabiye, kuru pasta, peksimet türü şeyler verirlerdi. Annelerimiz ve akrabalarımızın hanımları da onlara ceviz, pestil, yoğurt, yeşil soğan, maydanoz türü şeyler verirlerdi.
Geldiklerinde, gece Meryem Ana Kilisesi’nde kalırlardı. Gece sabahlara kadar yıkık kilisenin etrafında mum yakıp ibadet ederlerdi. Ellerinde mum dönerlerdi. Gökyüzünün parlak olduğu geceler, Üçevler’de evimizden, Ergani’den bakıldığında kilisenin etrafında, gökteki yıldızların dışında, dağın zirvesinde yıldızlaşmış yanan ve hareket eden ışıkları, yıldızların altında dağın tepesinde ışıkların dans ettiklerini görürdük, ama duaların sesini duymazdık. Sadece, çok yavaş ışıkların hareket ettiklerini görürdük.
***
Şimdi bunlar çok gerilerde kaldı, ama geçmişte yaşananlar hiç unutulmadı.[59] Susmak Kabul Etmek Demektir başlıklı dizelerimde yazdığım gibi:
Uğursuz kara bir yıldır bin dokuz yüz on beş
Zalim bir fermanla komşularımız yok edildi:
Boyanmaz kanlı geçmiş renkli yalanlarla
Zamanın tanığı dilsiz kayalar her şeyi gördü
Çığlıkları yankılanıyor kayalıklarda hâlâ.
Unutma arzusuyla tarihi hafızadan silemeyiz:
Güllük’te açmış sarı güllerin narin yapraklarına
Ve Venk kayalarında öten bülbüllerin kurşunî kanatlarına
Sabah güneş ışıklarını vurduğunda her yirmi dört nisan’da
Makam Dağı’nın kabuk bağlayan yüz yıllık acıları tazelenir.
Çok farklı, tuhaf duygular içindeyim:
Vicdani yükümün ağırlığı altında, bir başıma
İki bin on beşin eylül sıcağında elimde fotoğraf makinası
Genç bir kadının güzel göğsü gibi iki tepeli dağın yamacında
Eski zaman tanığı harabeleri, mezarlıkları geziyorum;
Ölümün geçmişteki kanlı yüzünü
Kanayan yaranın tarihi ağırlığını
Ermeni mal mülkiyle kirlenmiş vicdanları
Ve tehcir kokan badem ağaçlarını, ardıç ve meşeleri görüyorum.
Taş, diken ve yaban otlarıyla kaplı hüzünlü harabelerde
Kayalıklardan esen yelle geçmişin puslu derinliğinden gelen:
“Bedenlerimiz gitti ama ruhlarımız burada” haykırışlarını duyuyorum.
Geziyorum, başı tanrılara yükselen dağın yamacında
Duvar diplerinde akreplerin pusuda yattığı harabelerde
Ve her şeyi gören ve bilen kartal yuvası kayalarda
Yüzyıl önce yok edilen insanların ve tarihin izini sürüyorum.
Günahı boynuma nebbaş çok, geçmişi hatırlatacak hiçbir şey yok;
Kasaba viran, toprak yanık, otlar diken, taşlar keskin, dağ sessiz
Tanrıların gazabına uğramış günahlarından dolayı sanki Eski Ergani.
(Eylül-Ekim 2015, Ergani)
10. Üçevler’de yaprak dökümü
“Her şeyi yarım kalmış bir ikindi kuşu gibi
Uzatırım hüznü beş vakit elem kılarım”[60]
Sözü fazla uzatmanın gereği yok. “Geleneksel topluluklar bireysel seçimleri önemsiz şeylerle sınırlıyor, hayata dair kuralları, her şeyin başka türlü olabileceğini asla fark edemeyecekleri bir şekilde insanların zihnine nakşediyordu.”[61] Ama Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik gelişmeler ve değişim her şeyde olduğu gibi Üçevler’i de değişime zorladı. Hem de nasıl? Üçevler’de yaşayanlar artık kendi dar kabuklarından çıkmayı, daha iyi koşullarda yaşamayı arzular oldu. Bu nedenle, farklı yerlerde farklı şeyler yapmak için yollara düştüler. Sağlam akrabalık bağları çözüldü. Dünya genelinde yaşanan kırsaldan kentsel büyümeye doğru geçişe paralel bizimkiler de bir bir ayrılıp değişik kentlere gitmeye başladı. Bu gitmelerin ardından bağ, bahçe ve tarlalar satılıp el değiştirdi. Bu duruma önce doğa küstü sanki: Toprak Ana’nın gözyaşı olan pınarların suları çekildi, sonrasında ağaçlar ve bitkiler bir bir sararıp soldu, kurudu. Ardından evler yıkıldı, bağlar mahzun kaldı. Bahçelerin, bağların, tarlaların yerlerinde bir biri ardına çirkin evler/yapılar çıkmaya başladı. Yaşanılan mekânlar yok olsa da insanlar onları anılarında yaşatır, belleğinde taşır.
“Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı”[62] gibi geçti. 1960’lı yılların sonlarında doku değişikliği başladı. Önce Hamza amca polis olunca evini İstanbul’a götürdü. Yıl 1967 olmalı. Evlendiğinde Abdullah dedeyle birlikte kalıyordu. Sonra 1969’da Yahya amca Üçevler’den ayrıldı, evini ve çocuklarını İstanbul’a götürdü. 1971’de babam Hollanda’ya işçi olarak gitti, ama 3-4 sene kalıp tekrar geri döndü.[63] Daha sonra Zeki amca evini ilkin Keban ve Maden’e, sonrasında da Elazığ’a taşıdı.
Ve gidenlere beni de eklemeliyim. 1976’de evlendim. O zaman işsizdim ve daha okulumu bitirmemiştim. Bir yıl kadar babamlarda kaldım. Okulu bitirdikten sonra 1978’de Diyarbakır’da iş bulup Diyarbakır’a taşındım. Ozan Ergani’de (1977), Utku Diyarbakır’da (1980) doğdu. 1982’ye kadar Diyarbakır’da oturdum. Sonra 12 Eylül rejimi tarafından 1982’de siyasi olarak yakalanıp cezaevine kondum. 1984’te cezaevinden çıkınca anılarımızın mekânına elveda deyip İstanbul’a yerleştim. Ali Haydar’da 1982’de siyasi nedenlerle aranmaya başlanınca çareyi İstanbul’a gitmekte buldu. Halen benim gibi o da İstanbul’da yaşamını sürdürmektedir. Ama burada şunu da unutmayalım: Bizler nereye gidersek gidelim özlemin o yaman sızısını içimizde taşıdık, kendi hikâyemizi birlikte götürdük. Ama, insan sevdiğinin ten kokusunu nasıl hiç unutmaz ise, bizler de doğup büyüdüğümüz evin, mekânın kokusunu hiçbir zaman unutmadık.
Esas yapısal değişim 1980’lerde oldu. Bu değişime bire bir tam tanık olamadım: Siyasi faaliyetlerim nedeniyle aranmam, kaçak gezmem, tutuklanmam, cezaevine düşmem ve sonrasında da İstanbul’a yerleşmem nedeniyle…
Ama anlatılanlar ve sonradan gördüklerim fazla söze gerek bırakmıyor. Bu dönemde aile büyüklerinin bir bir ölümleri sonucu arazilerin paylaşılması ve ardından arazilerin birer birer başka şahıslara satılmasıyla Üçevler eski özelliğini yitirdi. Abdullah dedenin konağı satın alanlar tarafından yıkılıp yerle bir edildi.
Evinin olduğu yer şimdi tarla olmuş. Yerinde hiçbir iz, kalıntı yok artık. Arış bile sökülmüş. Zamanında akıl edip de yaşadığımız bu mekânların ve aile büyüklerimizin doğru dürüst fotoğraflarını dahi çekememişiz, mazinin fotoğraflarda saklanacağını düşünememişiz. Yazık. Ergani’ye her gittiğimde dedemin evini ve yapraklarında güneş ışınlarının neşeyle parıldadığı güzelim o arışı ararım, ama soluk anılardan başka geriye kalan hiçbir şey yok yerlerinde. Zekeriya dedenin konağı da yine aynı şekilde satın alanlarca yıkıldı ve yerine tek katlı beton bir ev yapıldı. Mehmet dayının tek katlı damını satın alanlar da yıkıp yerine iki katlı beton çirkin bir ev yaptı. Kısacası Üçevler’in fiziki tarihi yok oldu, göz kamaştıran doğal güzellikler hopan/bozulmuş, viran olmuş bir bağa dönüştü. Şimdi çok uzaklarda kaldı o yeşil cennet.
Bugün, Üçevler’de eski evlerden kalan bir tek ev bizim ev, kalan tek insan da anam Hava’dır. Mülk olarak da Abbas Dedenin Tarlası’nın üst tarafında su kuyusunun olduğu yerde bulunan anamın, daha doğrusu Şadan’nın baktığı küçücük bahçedir. Üçevler’de, Üçevlerin kalan en son, tek çınarı Hava anamdır. Anam bu Dünya’ya veda ettiğinde sadece yaşadığı evinin kapısı kapanmayacak, Üçevler’den geriye kalan ne varsa anamla birlikte yok olup gidecektir[64]. Yok olanlar zincirine en son halka eklenerek bir devir tümden kapanacaktır. Sofibekirler’in bu mekânı, bu mekânda yaşayan insanların yaşamı ve anıları noktalanmış olacaktır. Geçmişimiz geçmişte kalacaktır. Üçevlerde Sofibekirler soyundan gelen bizler kendi varoluş ruhumuzun derin mirasından kopacağız ve yaşamımızı başka başka mekânlarda farklı şekillerde sürdüreceğiz.
2 Şubat 2014/Ayvalık/Balıkesir
&&&
YAZIMA EK
“Eski Zamanlarda Üçevler” başlıklı yazımı 2 Şubat 2014 tarihinde yazdım. Yazıdan yıllar sonra, 2 Mayıs 2021 tarihinde Hava anam vefat etti. Vefat nedeniyle yazıma hiç dokunmadım. Sadece yazının sonunda gördüğünüz gibi bir dip not düşerek vefat edişini belirttim.
Annemizi yâd etmek görevimiz.
Kardeşim Ali Haydar’ın anamızın vefatı nedeniyle, 3 Mayıs 2021’de Ergani Haber[65] gazetesinde yazdığı, anamızı anlatan şiirsel dizeleri bu anlamda önemli.
Burada bunu paylaşmanın uygun olacağını düşünüyorum. İşte o güzel dizeler:
ANNEM
O,
İyi bir eş,
İyi bir anne,
İyi bir dosttu.
İyi, erdemli, doğadan öğrenen bilge bir kadındı.
Doğa anaydı; kurdun, kuşun hakkını hukukunu koruyan onlara sevgi ve merhametle yaklaşan; mahallenin çocuklarını seven, sevindiren, onları koruyan, Hava Anneydi.
O, iyi bir insandı.
Üçevlerin ulu çınarıydı.
Onu kaybettik.
Çınarımız devrildi, bir dönem kapandı.
Üçevler, onun ölümü ile tarih oldu.
O, artık Üçevlerde yok!
Üçevler de artık yok!
O, bizi bize emanet etti, çekip gitti.
Sevenleri, dostları sağ olsunlar!
2 Mayıs 2021
Ali Haydar Üzülmez
DİPNOTLAR
[1] Bir yanlışlık sonucu Namık Kemal diye yazılmış, doğrusu İsmet Paşa Mahallesi’dır.
[2] Şerafettin Güneli, Bütün Yönleriyle ERGANİ, Modern Matbaa, 1966, Ank., s. 4.
[3]30 Mayıs 1926 tarih ve 877 Sayılı Kanun. Mülkî İdare Bölümleri, İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 10, 1968, Ankara.
[4] Üçevler şimdi resmi kayıtlarda (Çiftpınar Caddesi) Nebi Sokak olarak geçmektedir.
[5] Daha geniş bilgi için Ergani’nin Saklı Sayfası: ERMENİLER kitabıma bakınız. (İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, 2016, İstanbul, s.90-91.)
[6]Özdemir Asaf, Benden Sonra Mutluluk, Adam Yay., 12. Basım, 1997, İst, s.218.
[7]Kozik: Kapı önlerinde veya yanlarında kerpiç ya da ufak taşlarla çevrili ve içinde kara ocak bulunan alana kozik deniliyordu. Yükseklikleri 80-100 cm, alanı 1,5-2 m2 kadardı. Çevrili alanın tabanı, iç ve dış duvar diyebileceğimiz yükseltiler samanlı çamurla sıvanırdı. Üçevler’de her evin bir koziği vardı. Burada aş ve ekmek pişirilir, su ve süt kaynatılırdı. Evlerde kibrit ender kullanılırdı, çünkü yoktu, kibrit kıtlığı vardı. Bu nedenle ocakların birinde mutlaka ataş/ateş can çekişene kadar yanardı. Yeni bir ocak yakılacağı zaman ateş olan ocaktan carrudla birazcık ateş alınırdı.
[8]Mantiz (Maltız): Yaklaşık 40 cm yüksekliğinde, 25 cm çapında sacdan yapılmış yuvarlak bir tür ızgaralı ve ayaklı taşınır ocaktır. Izgara üzerine ocakta yanmış kor ateş veya ağaç kömürünün ateşi konularak yemek pişirilir, çay kaynatılır ve su ısıtılırdı.
[9] Vergilius, Sığırtmaç Türküleri, (Çev: İsmet Z. Eyuboğlu), Çan Yayınları, 1962, İstanbul, s.46.
[10] Mıgırdiç Margosyan, Gâvur Mahallesi, Aras Yayıncılık, 1995, İstanbul, s.66.
[11]Tar: Ahırda pencere kenarına yerden yaklaşık 1,5 metre kadar yüksekte duvara sabitlenmiş kalaslar üzerine konulmuş tahta ya da çalı çırpı üzerine toprak serilerek yapılan kanatlı hayvanların (tavuk, güvercin, …) barınağına deniliyordu. Kümes hayvanlarının küçükbaş ve büyükbaş hayvanlarının ayakları altında ezilmemesi için yapılırdı. Evlerin önünde ya da dışarıda evlerin duvarlarına bitişik yapılan ilkel kümeslere ise Pin denirdi.
[12] Maalesef yol genişletme çalışması nedeniyle bu çam ağaçı 2018 yılında belediye ekiplerince kökünden çıkartılıp atıldı.
[13] Kıkı: Koyun gibi küçükbaş hayvanların dışkısı.
[14] Fışkı: At, eşek dışkısı.
[15] Nevri Dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak anlamında kullanılan yerel bir deyim.
[16]Üçevler’de horozlar sevilirdi, çünkü arşıâlâda beyaz bir horozun var olduğu düşünülür ve evlerde beslenen horozların kafalarını dikleyip sol gözünü kapatıp sağ gözünü gökyüzüne çevirerek arşıâlâdaki beyaz horozu gözleyerek onun işaretiyle ötüp namaz vakitlerini bildirdiklerine inanılırdı. Vakitsiz öten horozlar ise sevilmezdi, bunların kafalarının çekilmesi gerektiği söylenirdi.
Horozların ötüş ve kutsallığına ilişkin anlatılar sadece Üçevler’de anlatılanla sınırlı değildir; ilk çağlardan beri hem Batı’da, hem de Doğu’da benzer anlatılar vardır. Örnek: Eski Yunan mitolojisinde. Ares (Savaş Tanrısı) sevgilisi Aphrodit ile buluşmaya giderken, güneş görmesin diye ölümlü bir arkadaşını bekçi olarak bırakmış. O da uyumuş. Bu duruma kızan Ares, ölümlü arkadaşını horoz yapmış. Güneş doğarken her sabah horozun ötmesi, Ares’e, “Uyan güneş geliyor!” uyarısıdır. Zerdüşt dininde ise, insanlığın koruyucu meleği Sroş’un en etkili silahı kutsal şarkılardır. Bundan ötürü, hiçbir Ortodoks Parsi horoz –erkek kuş-eti yemez.
[17]Yahya amca İstanbul’a gidince bu evi uzun süre cenan (yarıcı) dedikleri Baltacı Ali’ye kiraya, bilmiyorum, bekli de evin bakımı karşılığında verildi. 1980’den önce Ergani’de yavaş yavaş Kürt hareketinin ve devrimci olaylarının alevlendiği dönemde; o evde oturan Kürt cenan Baltacı Ali’nin Zirkî köyünden olan eşi Güllü ablanın lisede okuyan erkek kardeşi Rıza Dursun okuldan eve dönerken polislerce öldürüldü. Köyden okumaya gelmişti, Güllü ablanın yanında kalıyordu. Olayı tam hatırlamıyorum, ama o kadının figanını ve ölüye yaktığı ağıtı hiç unutamıyorum. Sözlerini hiç anlamamıştım! (Kürtçe olduğu için) Ama halen unutamadığım bir yas ve ağıttır benim için. Belki Ergani’de ilk ölenlerden biriydi. Bu üzücü olaydan sonra cananımız yeniden köyüne taşındı. Yahya amcanın evinde bir daha hiç kimse oturmadı. Ben, Şadan, Yılmaz… Üçevler’in dönem çocukları kış ve yağışlı günlerde içersinde oyun oynardık. Köpek veya hayvan besleyip sohbetler ederdik.
Yahya amcanın bu boş evi benim unutamadığım anılarla doludur. Örneğin, cenanımızın benim yaşlarda güzel bir kızı vardı. Şadan ve ben, hep onula oynardık evlerinin batı tarafındaki tenekelerle kapalı kozikte. İsmini hatırlamadığım o kız, ilk kız arkadaşımdı. Güzel anıların yanında, birde 12 Eylül Darbesi olduktan on gün sonra Yahya amcanın evini önünde yağmurda ve çamurda ben ve Şadan birkaç gün sadece kitap yaktık. Hayatımda ilk defa Marx’ı, Engels’i, Lenin’i, devrimci kişi ve kavramları kitap üzerinde orda gördüm. İlkokul 5.sınıftaydım. Bu kavramlarla lise yıllarımda herkesin öğrendiği şekilde felsefe, tarih veya sosyoloji derslerinde tanışmadım, Eylül ayında bir haftada, onları sayfa sayfa yakarken bir taraftan okuyarak öğrenmiştim. Sis ve duman içersinde büyümüştük. Bu yakılan kitaplar genelde Üçevler’deki gençlerin (Müslüm, Ali Haydar, Mitat…) kitaplarıydı. Bilmiyorum, hapisten sonra sordular mı kitaplarımız nerde diye? Aslında, bu ağabeylerimin kitaplarını yaktığım için çok üzgünüm! Ama ben buna mecburdum! Bu vesile ile hepinizden özür dilerim. Büyüklerim yakın dediler. Çünkü polis ve jandarma hiç boş bırakmıyordu evleri. Bu olay bende travma (sarsıntı) yaratacak kadar iz bırakmıştır. Sonra ki hayatımda kitapları çok önemsemişimdir. –Eşref Üzülmez
[18]Loğdur: Ağaç veya demir şişten yapılmış loğ çekmede kullanılan bir düzenek/aygıt.
[19]Seklüzyon: Olumsuz çevre koşullarından korunmak amacıyla kazanılan fizyolojik uyum.-Müslüm Üzülmez
[20]Ann Chamberlin, Ortadoğu’da Örtünmenin Kısa Tarihi Aynadaki Peçe, İnkılâp Kitapevi, 2009, İstanbul, s.141.
[21] Özdemir İnce, Tohum Ölürse, Can Yayınları, 1994, İstanbul, s.84.
[22]Türkiye’de kırsal alanlarda bahsi geçen yıllarda genelde insanlar tuvalet ihtiyacını evlerin bodrum veya zemin katlarında bulunan hayvanlara ait ahırda giderirlerdi. Bayanlar ibriğiyle suyunu kapı arkası suluktan alır hemen aynı kattaki ahıra yönelirdi. Erkeklerde öyle yapardı. Çocuklar ise dam arkasına ya da dereye koşardı. 1990’lı yıllara kadar Türkiye’de özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da tuvalet köylerde yoktu. Çok sıkıntı çekmişimdir ben şahsen. Çünkü çocukluk anılarım zaten bu konuda kötü. Şado nene çocukları teneke tuvalette yanaştırmazdı. Birde ben öğretmen olunca köylere seçim zamanı sandık başkanı olarak gitmeye başladım. Hemen her seçimde köylere sandık başkanı olarak gittiğimde bu problemi yaşardım. Evlerin içersinde tuvalet yoktu. Muhtarın evinin önünde ve okulun önünde veya bitişiğinde tuvalet bazen olabiliyordu. Bu Maden’de Esma ablamın köyü Düngan (Sağırlar Köyü)’da da böyleydi. Hatta 1992-1993 yıllarında Ordu’nun Mesudiye ilçesi Arpaalan köyüne ilk göreve gittiğimde okulun önünde, ama okul çeperinin dışında bir tuvalet vardı. Ben oraya gidene kadar öğrencilerin kullanması yasaktı. Olayı anlayınca öğrencileri toplayıp önce tuvaletin iç ve dışını boyayıp (pembe renge), temizliğini yaptıktan sonra hep beraber kullanmaya başladık. Oradaki öğrencilerimin bazılarının ilk gerçek tuvalet kullanma alışkanlığıydı belki. Yani Karadeniz bölgesi de bizden farksız değildi. –Eşref Üzülmez
[23] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, Adam Yayınları, 1999, İstanbul, s.301.
[24] Ergin Günçe, Türkiye Kadar Bir Çiçek, Can Yayınları, 1988, İstanbul, s.38.
[25]Edindiğim bilgilere göre Abbas ve Cüma dedelerin mezarı mezarlıkta bulunan ardıç ağacının altında, ağacın kökünün olduğu yerdedir. Önce Abbas dede ölmüş ve ardıç ağacının altına gömülmüş. Daha sonra Cüma dede ölmüş ve Abbas dedenin üzerine gömülmüş. Yani iki kardeş aynı mezarda yatmaktadır. Kör Cüma (Söğüt) ve Esma Nene’nin babası Çolak Cüma’nın mezarları da Cüma dedenin mezarının hemen yanında bulunmaktadır.
[26] Eyüp Özbay, “Kayıp Sözcükler ve Çöpten Hayatlar” Üvercinka Edebiyat, Ekim 2018, s.5.
[27] Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri, Metis Yayınları, 2012, İstanbul, s.24.
[28] Kölor: Ermenice “yuvarlak” anlamına gelen glorik sözcüğünden gelmektedir.
[29] Çüt: ikili, çift anlamında kullanılırdı. Kasım ve Mart ayları arasında Çüt (çift) sürülerek ekimler yapılırdı. Kar kalktıktan sonra yapılan çift sürmeye “Bahar Çütü” denirdi.
[30] Reçber: Sözcüğün aslı rencberdir. Farsça kökenlidir. Türkçe’de rençber şeklinde telaffuz edilmektedir. Üçevler’de çiftçilik yapanlara reçber denilirdi.
[31]“İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, (el-Tin Sûresi1,2,3,4,4,5. ayetler), s.596.)
[32]Özdemir İnce, Tekvin-Toplu Şiirler-1, Can Yayınları, 1994, İstanbul, s.243.
[33] Pizez: Pizez Ermenice bir kelimedir. Kınkanatlı böcekler için kullanılıyor. Bizler bok böceğine bok pizezi derdik. Bok böceği deyip geçmemek lazım, çünkü her şeyin yazılı olduğu (Eski Mısır) Ölüler Kitabı’nda bok böceğinin (khe’prenin) kozmik evrenin meydana getirilişini, yaşamı ve ölümsüzlüğü simgelediği yazılmaktadır.
[34] Çok sonraları sokunun bulunduğu arsa satıldı. Şadan da sokuyu elde tek mevcut kalan küçük bahçeye taşıtarak yadigârı koruma altına aldı.
[35] Kadınlarla ilgili anlattıklarından güzel bir şey yakaladım. Ailede Hece Hala ve diğer kadınlara mirastan pay verilmiş olmasını. Bugün bile köylerde çok yaygın olarak kadınlar mirastan mahrum bırakılmaktadır. Bunu da vurgulamak iyi olur sanırım. –Abdurrahman Üzülmez
[36] Vecdi Subaşı’nın “Unutmadım Hemşerim” adlı şiirinden alınmıştır.
[37] “Cumhuriyetin ilk 27 yılında nüfusun çok ezici bir bölümü tarımla geçiniyordu. Ve devlet vatandaşlarının yüzde 75’inden bırakın vergi toplamayı, onları kayıt altına bile almıyordu.” (İsmet Berkan, Seçimi Kazanan İdare Fırkasıdır, Çocuk!, Doğan Kitap, 2014, İstanbul, s.70.)
[38] Nergizleme: Mezopotamya halklarının en eski yemeklerinden biri Nergizleme’dir. Özellikle Şemsiler ve Sabiler çok güzel Nergizleme yaparlarmış ve bu yapılan Nergizlenme yemeğiyle de Baharı karşılarmışlar. Bugün halen bu yemek Ergani’de yapılmaktadır. Yapılışını çok kısa yazmak istiyorum:
İhtiyaca göre yumurtalar iyice haşlanır. Sonra haşlanan pişmiş lop yumurtalar bıçakla parçalara ayrılır. Daha sora da bu parçalara ayırdığımız yumurtaların üzerine bol miktarda temizlenmiş yeşil soğan ve yeşil maydanoz doğranır. Üzerine bir miktar tuz, pul veya toz biber serpilir. İyice karıştırılınca Nergizleme hazır duruma gelir. Doğrusu bu, ama isteyenler azıcık limon sıkabilir ve birazcık zeytinyağı ilave edebilirler.
[39]Şado abla ve Hatice abla Beşiktaş’lı olup Yerlikaya ailesindendir. Yerlikaya ailesi Beşiktaşı’na Palu’dan gelip yerleşmiştir.
[40]Cuma amca hariç bu listedeki herkes dışarıdan gelin gelen kişiler, Zelo nene örneğinde ise annesinin bu konumda (Kıleş köyünden) olduğu dikkat çekici. Zira bu kişiler zaten etnik olarak da Kürttüler. Gene Zelo nenenin annesi hariç hepsinin de Yerlikaya ailesinden olması da dikkat çekici. –Abdurrahman Üzülmez
[41]Vıtik: Keklikten küçük, bıldırcından büyük bir yaban hayvanıdır. Bazı yörelerde kum kekliği olarak isimlendirilmektedir.
[42]Nahır: Hayvan sürüsü. Küçük ve büyükbaş hayvanlar sayısına göre ücret karşılığında çobanlar tarafından gün boyu otlatılırdı.
[43]Doğrusu ve tam Kürdçesi; “Manga min yeke. Nanê xwe, weke guhê keroşkê meke” dir. Salih Şimşek arkadaşıma Kürdçe katkısından dolayı teşekkürü borç bilirim.
[44]Sofibekirlerden ticaretle uğraşan ilk kişi Ali Üzülmez (1907-1979)’dir. Yahya amca bakkal dükkânı açmadan önce Meydan’in girişinde Ali amca bir bakkal dükkânı açtı. Dükkânı kısa bir süre çalıştırdıktan sonra oğlu Mahmut’a bıraktı. Daha sonra da dükkân kapatıldı.
[45] Hagop Mıntzuri,Turna Nereden Gelirsin?, Aras Yayıncılık, 2010, s.197
[46]1960’lı yıllarda Ergani’de benim bildiğim kadarıyla dört han vardı: Eski Buğday Pazarı’nın Kuzey’inde Hancı Ahmet ve Hancı Şükrü’nün, Buğday Pazarı’nın Güney’inde Hancı Kemal’ın, birde Kemaliye Mahallesi’nde çarşıya yakın Hancı Ali’nin hanı. Faho dedem Çermik’ten eşekle geldiğinde satacağı eşyaları Meydan’da Tahto Ahmed’in dükkânına indirdikten sonra barınması, dinlenmesi ve yeminin, suyunun verilmesi için eşeğini Hancı Ahmet’in hanına bırakırdı. İşi bittiğinde ve bizleri de gördükten sonra han ücretini verip eşeğini alarak Çermik’e geri dönerdi. Dedemle birlikte bende Çermik’e eşekle çok gidip gelmişim. Yine, Abdullah dede dağdan saman, zahire ve sair yükler taşıdığı için eşeğinin nalı sık sık düşerdi. Eşeğin ayaklarına nal çaktırılacağı zaman Abdullah dede Hancı Ahmet’in ya da Şükrü’nün hanına eşeğini götürür, burada nalbant nal çakardı.
[47] Mıgırdiç Margosyan, Gâvur Mahallesi, Aras Yay., 4.Baskı, 1995, İstanbul, s.71.
[48]Üçevler’de üzüm sıkmada kullanılan şire bezleri genellikle Faho dedeme sipariş verilerek Çermik’ten getirtilirdi.
[49] Bilindiği gibi anason rakı yapımında kullanılır. Meyane sözcüğünün bu nedenle meyhaneden geldiğini ve zamanla sözcüğün kullanımında (h) harfinin düşmesiyle meyane haline dönüşmüştür diye düşünüyorum.
[50] Nurettin Değirmenci, 1960’lı Yıllardan Bir Kesit: ÇERMİK, Bulut Yayınları, 2002, İstanbul, s.237-240.
[51] Orhan Hançerlioğlu, İslâm İnançları Sözlüğü, Remzi Kitapevi, 3. Basım, 2000, İstanbul, s.725.
[52] “Mükebe” sözcüğünün aslının Ermenicede hasır sepet anlamında kullanılan “Mıkbe” olduğunu düşünüyorum.
[53] Vecdi Subaşı, Diyarıma Gidilecek Zamandır (Şiirler), 2005, Ankara, s. 41.
[54]Babam ortaokulu bitirmek için sanırım 1979’da dışarıdan bitirme sınavlarına girdi. Ama ancak Maden’deyken bütün derslerini vererek ortaokul diploması aldı. Ölümünden önceki Haziran ayında (1999) ise açık liseyi bitirerek lise diploması aldı. (Tatillerde Elazığ’a gittiğimde birkaç defa kendisiyle lise derslerini beraber çalışma şansı da yakaladım bu vesileyle.) Bunu yapmasındaki amaçlarından biri de görevde yükselmek daha iyi bir pozisyondan emekli olmaktı. –Abdurrahman Üzülmez
[55] Abdurrahman Üzülmez, 1989’da Hacette Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden lisans mezun oldu. 1992-94 yılları arasında ise aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Başkanlığında “Osmanlı İmparatorluğu’nda Islahat Düşüncesinin Gelişimi (1718-1839)” başlıklı teziyle “Tarih Bilim Uzmanı” diplomasını aldı.
[56] Hasan Hüseyin, Bütün Şiirleri-7/Koçero Vatan Şiiri, 5. Basım, Bilgi Yayınevi, 1998, İstanbul, s.264.
[57] Zeki amca çocukken bir havale geçirir. Doğru dürüst tedavi ettirilmediği için havale sonucunda ayağında sakatlık oluşur. Gezerken topallar, hafiften aksak gezerdi. Abdurrahman Üzülmez babasından dinlediği bu olayı bana şöyle anlatmıştır: “Kendisinden bir anekdot dinlemiştim. Aklımda kaldığına göre havale geçirmesine rağmen –herhalde üşümesin diye- sarıp sarmalayıp doktora götürmüşler. (Aklımda böyle kalmış. Bekli de başka bir yere götürürken) Ancak telaş içinde götürülürken bir ayağı dışarıda kalmış soğuğa temas etmiş. Bu ayağının sağlam kalmasını da bu telaş ve dalgınlığa borçluymuş. Diğer ayağı ise yeterince gelişmeyip dizden aşağı normalden ince kalmış.”
[58] Bir kış Palu’dan bir karı koca aile geldi. Gözlerinin feri sönmüş, ağzı köpük köpük, sesi hırıltılı zavallı bir kız çocuğu getirmişlerdi yanlarında babam dua okusun diye. Saralıydı. Ben ve kardeşlerim korkmuştuk. Babam dualarını okudu. O akşam bizde kaldılar. Kış ve kar olduğu için. Sabahleyin gittiler.
[59] Daha fazla bilgi için Ergani Ermenileri ile ilgili Ergani Tarihinin Saklı Sayfası ERMENİLER adlı kitabaa bakınız. (Müslüm Üzülmez, İsmail Beşikci Vakfı Yayınları, 2016, İstanbul.)
[60]Ergin Günçe, Türkiye Kadar Bir Çiçek, Can Yayınları, 1988, İstanbul, s. 57.
[61] Stephen Caunce, Sözlü Tarih ve Yerel Tarihçi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Üçüncü Baskı, (Çev: Yılmaz Bülent Can-Alper Yalçınkaya), 2011, İstanbul, s.140.
[62] Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Akarsuya Bırakılan Mektup” başlıklı şiirinden.
[63]Sofibekirlerden yurtdışına ilk çıkan kişi babam Cuma, sınır ötesinden biriyle ilk evlenen oğlum Ozan, okuyanlar ise yeğenlerim Şahan ve Cumali Üzülmez’dir. Öykü Üzülmez ise bir kız çocuğu olarak aileden ilk yurtdışına çıkan ve doktora yapandır.
[64] 2 Mayıs 2021’de Hava anam hayata gözlerini yumdu. Yorgun bedeni beyaz kefene sarılıp kara toprağa verildi, asil ruhu ise meleklerin kanatlarında mavi gökyüzünün sonsuzluğuna açıldı. Mekânı gül ve gülistanlık olsun. -10 Mayıs 2021
[65] 3 Mayıs 2021/ https://www.erganihaber.net/haber/8417/annem.html