Müslüm ÜZÜLMEZ
Her şey zamanın ruhuna uygun değişir, ama bazı şeyler bu değişimin içinde yine de çok az değişir. Örneğin sihir, büyü, falcılık zaman içinde, şekil ve içerik bakımından belli değişimlere uğrasalar bile hâlâ birçok insan bugün bunlara inanmaktadır.
Konuyla ilgisi dolaylı olan güzel bir kitap okuyorum. Adı Edessa (Urfa) Kutsal Şehir. ingiliz Akademisi Bilim Kurulu Üyesi Judah Benzion Segal kaleme almış. Urfalı, şair ve yazar Misbah Hicri kitabı bana hediye etti. Böyle güzel bir kitabı hediye ettiği için sevgili dostuma çok teşekkür ediyorum.
Kitap isminden de anlaşıldığı gibi Edessa’yla/Urfa’yla ilgili. Urfa’nın kuruluşundan M.S. 1146 yılına kadarki hikâyesi konu edilmekte. Kitabi okurken belli bir yere geldiğimde anılar sökün etti: Babam Cuma Üzülmez ve arkadaşları Türbedar Ahmet (Yılmaz) ile Cemekli Abbas (Solmaz) gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti.
Önce beni anılarıma götüren kitaptaki bölümü, sonrada kitapta yazılı olan bir olaya çok benzer bir anımı paylaşmak istiyorum.
Kitabın IV. bölümünde M.S. 240-639 yılları arasında Edessa’da sivil idare, piskoposlar ve din adamlarının yargı yetkisi, meslekler, tarım, bedeviler, Edessa’daki hayat şartları, eğitim, kadınların durumu, doğal afetler, savaşlar ve askerler, edebiyat, Hıristiyan hacılar, batıl itikatlar ve büyü gibi konular anlatılmakta.
«Boş inanca dayanan uygulamaların hanana’yla, yanı kutsal şahıs ve eşyalarda bulunan mistik özellikle bağlantısı vardı. …Sofu dindar türbeye sağlık veya iyi talih için muskalar satın almaya veya orada geceyi geçirmeye gelmekteydi. …Hastalar yataklarının başında dua okuyan, okuyup üfleyen ve üzerlerinde istavroz çıkaran zahidlerce ziyaret edilmekteydiler. Bugün de olduğu gibi bu uygulamalar gerek basit, gerekse eğitim görmüş insanlar arasında aynı ölçüde yaygındı.
Daha şaşırtıcı olan Osrhoene’de yüksek makamlarda bulunan ve “putperestler şehri”nin, Harran’ın veya bedevilerin putperest ayinlerine küçümseyerek bakmaya meyilli olan kilise görevlileri arasında da büyünün çok yaygın olmasıdır.»
M.S. 435 veya 436 yılında Edessa Piskoposu olan Hiba 499 yılında düşmanlarınca suçlanmış ve büyü sanatlarıyla meşgul olan kişilerle arkadaşlık ettiği söylenmiştir. Ayak takımı da büyücülerle ilişkisi nedeniyle kendisine karşı gösteriler yapmıştır.
Muhtemelen 448’de, Viranşehir Piskoposu ve Hiba’nın yeğeni Sophronius’un gerçekleştirdiği büyü törenleriyle ilgili söylenenleri ise bir kenara itemeyiz:
«O, iğrenç (astroloji) hesapları, yıldızların hareketleri, hata ve kehanet ve putperest tahminleri içeren şeytan levhalarına katıldı… Kendini bütün bu aşağılık şeylere verdi.»
Viranşehir Piskoposu Sophronius’un suçlayıcıları, onun isteği üzerine kilisenin erkek ve kadınlarıyla yerel şehir hekimi tarafından yazılmış astroloji kitaplarından da söz etmişlerdir. Ayrıca o zararlı kehanet sanatı için yanında pirinçten bir küre taşırdı ve arkadaşlarına onun içinde gördüğü her şeyi anlatırdı.
Söylendiğine göre Sophronius bir seferinde büyücek bir erkek çocuğunu aldı:
«Ve akrabası olan Abraham adlı bir diyakozla birlikte onu yatak odasına getirdi. Odanın ortasına bir masa yerleştirdikten sonra onlar masanın altına şeytanlar için bir buhurdan, masanın üzerine ise içinde zeytinyağı ve su bulunan bir ufak şişe koydular. Sonra o, çocuğu çırılçıplak bir vaziyette masanın kenarında ayakta durdurdu ve hepsinin üzerine temiz bir örtü örttü. Bundan sonra diyakoz, piskoposun aşağılık afsun sanatından kendisine öğrettiği kelimeleri fısıldamaya başladı. “Şişede ne görüyorsun?” diye çocuğa sordular. O, “yukarıya doğru yükselen alevler görüyorum” dedi. Kısa bir süre sonra tekrar ona sordular: “Şimdi ne görüyorsun?” O, “altından bir taht üzerine oturmuş, başında bir taç olan ve erguvan renkte bir elbise giymiş bir adam görüyorum” dedi. Bunun üzerine kapının dışını kazdılar ve zeytinyağı ve suyla doldurdukları derin bir çukur yaptılar. Çocuğu bu çukurda ayakta durdurup sordular: “Çukurda ne görüyorsun?” ve o şu cevabı verdi: “Yolda yürüyen piskoposun oğlu Habbib’i görüyorum” –Çünkü Habbib bir yolculuk için istanbul’a gitmişti-, sonra şöyle devam etti: Evet, siyah bir katırın üzerine oturmuş, gözleri bağlı onu ve arkasından yaya yürüyen iki adamı görüyorum”. Bunun üzerine onlar bir yumurta getirdiler ve onu kırdıklarında yumurtanın beyazını atıp, sarısını ellerinde tuttular. Sonra delikanlıya şöyle dediler: “Yumurtada ne görüyorsun?” Çocuk: “Yolda atın sırtında Habbib’in geldiğini görüyorum. Boynuna bir atkı sarmış ve önünde iki adam yürüyor.” Ertesi gün piskoposun oğlu babasının kehanet yoluyla önceden gördüğü gibi istanbul’dan geldi.» (Judah Benzion Segal, Edessa (Urfa) Kutsal Şehir, iletişim Yayınları, 2002-istanbul, s.234-236.)
Bu satırları okuduğumda bahsini edeceğim anılar tüm canlılığı ile gözümün önünde canandı. Anlatayım. Babam, Türbedar Ahmet ve Cemekli Abbas zaman zaman Ergani’de (Diyarbakır) bizim evde bir araya gelirlerdi. ilahiler söyler, zikir ederlerdi Türbedar Ahmet ilahileri, Cemekli Abbas gazelleri, babam da daha çok duaları okurdu. Söze geçen zikrin, biçimlenen gönülle teşbih olacağını düşündüklerinden zikirlerini bazen arabana/erabana eşliğinde yaparlardı. Din ve fizikötesi âleme dair bilgileri “derin”di. Onlara göre gizli ve görünen iki âlem vardı. Hüner ve sırra vakıf olana bazı şeylerin âyan olunacağına inanırlardı. Çünkü her insanda var olan bütün, gözün perdesinde saklıdır. Cahile saklı olanlar, yönelene âyandır. Kişi, şayet nefsine doğru açılabilirse, yani gönül gözüyle bakabilirse perde yok olur, sırlar âyan olur derlerdi.
Hatırladığım kadarıyla yıl 1963 veya 1964’tü. Mevsim bahardı ve aylardan Mart veya Nisandı. Bir gün Babam ve arkadaşları Türbedar Ahmet’le Cemekli Abbas yine birlikte eve geldiler. Evimizin tek odasındaki sedire bağdaş kurup oturdular. Anam çay demleme ve yemeleri için bir şeyler hazırlamaya başladı. Kardeşlerim o anda neredeydiler hatırlamıyorum. Zannedersem evde anamın dışında sadece ben vardım. Ya da misafirler gelince anam küçük kardeşlerimi başka bir yere götürdü. Babam ve Cemekli Abbas beni evimizin azıcık uzağında evleri olan kuzenim Cihan’ı çağırmam için gönderdiler. Ben 13-14 yaşlarındayım, Cihan da 15-16 yaşlarında. Cihan benim kuzenim, ama aynı zamanda Cemekli Abbas’ın da ablasının oğlu, yani yeğeni. Cihanı çağırmalarının nedeni gözlerinin yeşil olmasıydı. Ancak yeşil gözlüler görünmeyenleri ve tabağın içinde bulunan cinleri görebilirmiş. Göz rengi yeşil olmayanların cinleri görmesi mümkün değilmiş. Neyse, ben ve Cihan gelip odadaki yerlerimizi aldık. Anam çay ve yenecek şeyleri odaya bıraktıktan sonra gözden kayboldu.
Erkeklerin arasında bulunması hem caiz değildi, hem de kanımca cinlerle ilgiliydi. Babam benden temiz, boş bir defter ve kilerden/mutfaktan beyaz ve desensiz bir porselen tabak ile birde içinde mavi mürekkep olan bir mürekkep şişesi getirmemi istedi. istenenleri getirdim ve odanın dip köşesinde bulunan yüklüğün önünde mindere oturup yapılanları izlemeye başladım.
Sedirde bağdaş kurmuş üç arkadaş Cihan’a tane tane, sırasıyla; “Tabağın içine bak dediğimizde, tabağa bakacaksın. Orada ne görürsen gör, korkmayacaksın. Beyaz sakallı biri çıkacak. Sana altınların yerini söyleyecek. Altınlar hangi ağacın kökündedir, hangi taşın altındadır, hangi mağarada gömülüdür sana söyleyecek. Sakın korkmayasın ve söylediği yeri unutmayasın. Onu sadece sen göreceksin, onu sadece sen duyacaksın. Tamam mı?” diye tembihlediler. Cihan, hem başıyla ve hem de dil ucuyla “Tamam” dedi. Üç arkadaş sonra defterin boş bir sayfasına Arap harfleriyle bir şeyler yazdılar, bazı şekiller çizdiler ve Ebced hesabıyla bazı hesaplamalar yaptılar. Ardından Türbedar Ahmet bir miktar mürekkebi porselen beyaz tabağa döktü. Babam bazı dualar okudu. Türbedar Ahmet ve babam sırasıyla bazı tılsımlı sözcükleri bazen sesli, bazen de sessizce tekrarladı. Cemekli Abbas zikir eder bir halde sadece yapılanları izliyor ve bazen de söylenenlere katılıyordu. Nihayetinde yazma, çizme, hesaplama, tabağa mürekkep dökme ve dua işlemleri bitince; küçük pencereden sızan ışık huzmelerin parlattığı tabakta “sakallı derviş” kılığındaki iyi huylu cinin Cihan’a saklı olan altınların yerini söyleyeceği anı merak ve huşu içinde beklemeye başladılar. Artık dileyenlerin dileği cine kalmıştı.
Cin, öz ateşten yaratılmıştır (Kuran: el-Rahman/15). Şeytanla melek arasında bir yaratıktır ve cisimler âleminden uzaktadır. Ehli olanların çağırmasıyla gelirler. Geldiklerinde onları ancak yeşil gözlüler görebilir. Cihan sedirin kenarında ayakta mürekkepli porselen tabağa yeşil gözleriyle bakarken, cinin meleki yanını değil, şeytani yanını görmüş olmalı ki birden korkup çığlık attı. Lal olmuş bir vaziyette el kol hareketleri yapmaya başladı. “insanın düşündükleri, gördüklerinden daha korkunç olurmuş meğer.” Olmayan bir şey olandan daha fazla sarstı onu. Her üç arkadaş merak ve telaşla Cihan’a; “Ne gördün, ne gördün” diye peş peşe sormaya başladılar. Cihan konuşmaz olmuştu. Su içirildi, sakinleştirilmeye çalışıldı. Sonrasında dili birazcık çözüldü ve kendisine geldi. Tabakta bir şey gördüğünü, gördüğü şeyin kendisine bir şeyler söylediğini, ama korktuğu için söylenenleri unuttuğunu dili döndüğünce anlatmaya çalıştı. Birkaç seans daha denediler, ama cin Cihan’a bir daha görünmedi.
Üç arkadaş cinin kaçmasına çok üzüldüler. Cihan’a gördüğü cinle konuşamadığı ve dahası cini kaçırdığı için de ona birazcık kızdılar. Define arama işi de böylece sonlanmış oldu.
Ben bir daha ne babamın ve ne de arkadaşlarının bu tür bir eylemlerine tanık olmadım. Şimdi bu üç arkadaşın üçü de rahmetlik. Babamı, Türbedar Ahmet amcamı, Cemekli Abbas dayımı saygı ile anıyorum.
Mekânları cennet olsun.
e-posta: muslimce@yahoo.co.uk http://www.uzulmez.info/muslum