Müslüm Üzülmez
“Bugünün dünden farklı olmasını istiyorsan, geçmişte olup bitenleri iyi bilmelisin.” -Spinoza
Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye’nin en eski siyasi partilerinden biriydi. 10 Eylül 1920’de Bakü’de kuruldu. 7 Ekim 1987’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında birleşme kararı alınca hukuksal varlığı sona erdi.
TKP, nicel gücü olmasa da, nitel ağırlığı olan veya öyle olduğu düşünülen ya da rakip taraflarca böyle görülmesi istenilen bir partiydi.
Acılı ve sancılı bir tarihi vardır. Acılı olanların en başta geleni TKP’nin kurucu başkanı Mustafa Suphi ve yönetici yoldaşlarının 28/29 Ocak 1921’de Karadeniz’in derin sularında öldürülmeleridir. Bu olay, Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinin kara lekelerinden biridir.
TKP’ye 1977’de Diyarbakır’da kendi isteğimle, hevesle üye oldum. 1989’da Diyarbakır ve çevresine bakan biri olarak o zamanki parti politikasıyla bir yere varılamayacağını düşünerek üzülerek görevimi bırakıp ayrıldım.
1984’te Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nden çıktıktan sonra ve özellikle de TKP’deki görevimi bırakıp ayrılmamla birlikte süreç içerisinde politik ve ideolojik önyargılardan yavaş yavaş arınmayla beraber bazı şeyleri yeniden sorgulamaya, neden ve niçinlere yanıtlar aramaya başladım. Bunlardan biri de Mustafa Suphilerinin öldürülmesi olayında Lenin’in, Stalin’in, Bolşevik Partisi ve Komintern’in sessiz kalmaları ve/veya bu olayı geçiştirmeleridir. TKP’deyken o zamanlar bu ve benzeri şeyleri düşünemezdim. Çünkü bir komünist olarak Lenin’e, Bolşevik Partisi’ne sarsılmaz bir inançla inanıyor ve güven duyuyordum. Kitabi bilgiler pusulamızdı. TKP’deki görevimi bırakmam, TBKP’nin sönümlenmesi ve ardından kapanması, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’la birlikte Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) politikalarının başlatılması ve sonrasında SSCB başta olmak üzere sosyalist ülkelerin bir bir buharlaşıp yok olması önyargılardan kurtulmama, olay ve olgulara eleştirel bakmama neden oldu. Benim gibi TKP’li olan kardeşim Ali Haydar’la geçmişte zaman zaman bir araya geldiğimizde TKP ve SBKP’nin politikalarını eleştirel bir bakışla sorguladığımızı; Mustafa Suphi olayında da Lenin’in, Bolşevik Partisi ve SSCB’nin sessiz kalmasının arka planında nelerin olduğunu çokça konuştuğumuzu hatırlıyorum. O zamanki konuşmalarımızdan ortak şu sonuçlara varmıştık. Birincisi, Bolşevik Partisi ile Mustafa Suphi arasında düşünce ayrılığı var. Dahası, Mustafa Suphilerin öldürülme olayını büyütülmemesi, önemli olanın Ankara-Moskova ilişkilerinin bozulmaması, kapitalist/emperyalistlerin ablukası altında bulunan SSCB’nin “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinin bir sonucu olarak Türkiye ile ilişkilerin sürdürülmesi gerekliliği nedenlerinden dolayı sessiz kalındı. İkincisi, bu öldürülme olayında dönemin yöneticileri Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal’in rolü vardır. Onların haberi olmadan, böylesi hassas bir dönemde, bu cinayet işlenemezdi. Aynen Dersim kırımında olduğu gibi bu cinayet planlı bir şekilde yapılmış, planın uygulayıcısı da bizzat Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal’dir. Bu yargılara öyle çok fazla bilgi ve belgeye başvurarak değil, elimizdeki kırıntı bilgilerle sadece analitik düşünüp neden sonuç ilişkisi kurarak sezgiyle varmıştık. Ahmet Kardam’ın Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa(*) kitabı bu düşüncelerimizde yanılmadığımızı gösterdiği gibi, yanıtlarını aradığımız birçok soruyu da aydınlatmış oldu. Bu aydınlatmanın yanında, kitabı okurken çoğu zaman tarif edilmez biçimde yüreğimde derin acılar hissettiğimi de söylemeliyim.
TKP’nin tarihi önemlidir, mutlaka iyi incelenmelidir. TKP tarihi bilinmeden: Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, Türkiye-ABD/Batı ilişkileri, Türkiye’nin NATO’ya girişi ya da NATO’ya karşı çıkışlar, Soğuk Savaş, ABD askerî üslerinin varlığı, 6. Filo’nun Türkiye’ye geliş nedenleri, ABD Marshall Planı, işçi sınıfının sendikal ve siyasi örgütlenme mücadelesi, sosyalistlerin/komünistlerin Kemalizmle ilişkileri, değişik sol örgütlerin ortaya çıkış nedenleri ile sol-sosyalist/komünistlerin dağınıklığı ve maddi bir güç haline gelemeyişleri, “Kürt Sorunu” konusunda sosyalist/komünist hareketlerin doğru bir tutum alamayışları ve sorunun çözümünün gecikme nedenleri; Nâzım Hikmet başta olmak üzere aydınlar ve sanatçılar üzerinde estirilen terör, siyasi partiler üzerindeki kısıtlayıcı hükümler, Türkiye’de doğru dürüst ciddi bir muhalefetin olmayışı, kısacası bugün her alanda yaşadığımız sıkıntılar nasıl bilinecek/anlaşılacak. TKP tarihini bilmenin, TKP tarihini aydınlatmanın önemi bundan kaynaklanıyor. TKP tarihi bilinmezse, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nin bir kısmı karanlıkta/eksik kalır. Bu nedenle, komünist olsun olmasın Türkiye’de tarihle, siyasetle, toplum sorunlarıyla ilgilenen herkesin şu veya bu şekilde TKP tarihini bilmelerinde yarar vardır.
Herkesin kendine göre bir tarih yazdığı aşikârdır. Bu davranış doğru bir davranış değildir. Tarih yazıcıları sağlam kaynak ve bilgilere, bilimsel bir bakış açısına sahip olmalı, yanılgı ve yanlışlardan olabildiğince uzak durmalı ve tutarlı olmalıdır. Yalanla yazılan tarih insanları aydınlığa götürmüyor. Elbette, tarihçinin bakış açısı, bilgi birikimi, olayları değerlendirme tarz ve yöntemi de çok önemlidir. Ama her olay, her anlatı, her yazılı olan tümüyle doğru veya yanlışmış gibi ele alınmamalı, olaylar ve eldeki veriler akıl süzgecinden geçirilmelidir. Tarihin çoğu kez tek taraflı bir yazım/anlatım olduğu ve bu tek taraflı yazımın/anlatımın da bizlere doğruymuş gibi sunulduğunu unutmamalıyız.
TKP’nin son dönem merkez yöneticilerinden Ahmet Kardam, konuya yabancı olmayan biri olarak analitik bir yaklaşımla, kılı kırk yaran titiz bir çalışmayla belgelere dayalı hazırlamış olduğu Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa kitabıyla büyük bir iş çıkararak tarihin karanlık sayfalarından birini birazcık aralayarak aydınlatmaktadır.
Ahmet Kardam’ın anlatımlarından, Mustafa Suphi (ve Doğulu/Müslüman Komünistler) ile Bolşevik Parti ve Komünist Enternasyonal arasında yaşanan görüş ayrılığının nedenlerini -anladığım kadarıyla- kısaca şöyle özetleyebilirim:
1. Doğu, yani Kafkaslarda ve Yakındoğu’da yaşayan Müslümanların sorununa yaklaşımda Rus Bolşeviklerinin tutarsız ve üstenci davranmaları; ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı konusunda verdikleri sözleri tutmamaları ve dolayısıyla doğru bir politikayı yaşama geçirmede isteksiz/ikircimli davranmaları,
2. Bolşeviklerin Batı’da oluşacak “Dünya Devrimi”ne önem verdikleri kadar, sömürge ve yarı sömürgelere önem vermemeleri, beklenen dünya devriminin gerçekleşmemesi sonrasında ise “Tek Ülkede Sosyalizm”e sarılmaları ve kapitalist/emperyalist ülkelerle yan yana bir arada var olabilmek için Doğu halklarını İngilizlere karşı bir koz olarak kullanmaya çalışmaları, verilen sözlerin tutulmaması ve ayak oyunlarıyla yoldaşça olmayan bir tutum sergilemeleri,
3. Bolşeviklerin, devrim ve iç savaş sonrasında çöken ekonomiyi canlandırmak, alt yapının yeniden inşası için “Batı’ya Açılma” ve NEP diye anılan Yeniden Ekonomik Program’ı uygulamaya koymanın bir zorunluluğu olarak İngilizlerle 16 Mart 1921’de Ticaret Antlaşması öncesi uzlaşma arayışına girmelerinin bir sonucu parçalar bütüne feda edilerek Türkiye, İran ve Afganistan’ı gözden çıkarmaları,
4.Bolşeviklerin, büyük “Rus şovenizmi”ni komünizm kılıfı altında yürütmeye çalışmaları(s.68), sınıf temelli, tekçi, tepeden inmeci yaklaşımları,
5. Bolşeviklerin başta Mustafa Suphi olmak üzere gerçek komünistleri bir kenara koyarak çalışması: Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa gibi İttihat ve Terakki liderlerini muhatap almaları ve TKP içerisinde ittihatçıların yer almalarını, ittihatçıların Mustafa Suphi’ye karşı muhalefet ve karalama çalışmalarına göz yummaları, hatta teşvik etmeleri.
Mustafa Suphi, işte böylesi kritik bir süreçte tüm riskleri göze alarak yasal bir komünist parti kurma, serbest çalışma ortamı yaratma ve emperyalizme karşı olduğu sürece bağımsızlık mücadelesini desteklemek için; Stalin’in, Bolşevik Partisi ve Komünist Enternasyonal’in, Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal’in bilgileri dâhilinde Bakü’den Ankara’ya TKP yöneticileriyle birlikte dönme kararını alır.
Yoldaşlarıyla birlikte 19 Aralık 1920’de Bakü’den yola çıkarak 29 Aralık’ta Kars’a kadar gelir. Bir sürü şifreli yazışma ve gizli planların ardından “ölüm yolculuğuna” çıkartılır: Kars’tan Erzurum’a, Erzurum’dan Trabzon’a gönderilir. Burada tekneye bindirilerek Karadeniz’in derin soğuk sularında Ankara’nın tetikçisi Yahya Kâhya ve adamlarınca 28/29 Ocak 1921’de yoldaşlarıyla birlikte katledilerek Karadeniz’in derinliklerine gönderilir.
Mustafa Suphi’nin peşinden hemen Yahya Kâhya da öldürülür. “Muhafız Alayı Komutanı olan İsmail Hakkı Tekçe, ölümünden sonra yayımlanan anılarında, ‘aldığım emir üzerine’ Topal Osman’ın adamlarını da yanına alıp Yahya Kâhya’yı öldürdüklerini itiraf eder. Mustafa Suphilerin katledilmesi
karşısında çıtı çıkmayan Büyük Millet Meclisi, Yahya Kâhya’nın öldürülmesi üzerine Trabzon’a bir tahkikat heyeti gönderir. Bu heyet içinde yer alan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey de daha sonra Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman tarafından öldürülür. Ardından Topal Osman da üzerine sevk edilen askerî birliklerle girdiği çatışmada, yaralanıp sağ olarak ele geçirilmesi mümkün olduğu halde öldürülür.
28/29 Ocak 1921 katliamını izleyen bu ‘faili meçhul’ cinayetler zinciri, Mustafa Suphilerin öldürülmelerinin eksiksiz bir ‘derin devlet operasyonu’ olduğunun ek göstergesidir.” (s.382)
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinde Ankara yönetiminin çevirdiği dolap ve fırıldaklardan sonra “üç maymunları” oynaması, Bolşevik Partisi ve Komünist Enternasyonal’in ise Mustafa Suphi ve yoldaşlarını sahiplenmemesi ve olayın hesabını sormayarak bütün umutları boşa çıkarması, düşündürücüdür. Sanki olayın bu şekilde gelişmesinden ve sonuçlanmasından her iki taraf da sessizce bir memnuniyet duymuştur.
Mustafa Suphi’nin öldürülüşü sıradan bir olay değildir. Ahmet Kardam’ın da belirtiği gibi:
“Onun kaybıyla birlikte, komünist-sosyalist hareket uzun yıllar boyunca Kemalizmin devrimciliğini, çeşitli aşamalı devrim modellerini tartışıp durdu.
Mustafa Suphi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasına dayalı ‘Federatif bir Cumhuriyet’ hedefi olarak tespit edip Türkiye Komünist Partisi’nin programına sokan liderdi. Onun bu yönünün belleklerden silinmesinin yarattığı tahribatın büyüklüğünün sembolü, TKP’nin Şeyh Said isyanına ve Dersim katliamına karşı takındığı yüz kızartıcı tutumdur. Ermeni soykırımı konusundaki suskunluğu da buna eklemek gerekir.
Mustafa Suphi, dinî inanç ve ibadet meselelerini, din eğitimi ve öğretimini her dinden ve inançtan insanların tercihlerine bağlı bir cemaat işi olarak gören, çeşitli dinleri temsil amacındaki ruhanî kurumların devletten ayrılarak cemaat teşkilatı halinde bırakılmasını, laikliği savunan bir liderdi. Aynı zamanda İslâm’la barışık bir komünistti. Onun kaybıyla birlikte, Türkiye komünist ve sosyalist hareketi İslâm’la bir daha hiç barışamadı.
Katledilmeyip Ankara’ya ulaşabilseydi ve Bolşevik Partisi’nin ve Sovyet Rusya’nın desteğini alabilseydi, anti-komünizm daha en baştan ‘devlet politikası’ haline gelmeyebilir, komünizm yasallığa sahip olabilir, her türlü demokrat/ilerici muhalefetin uzun yıllar boyunca ‘komünizm’ suçlamasıyla bastırılması mümkün olmayabilirdi. Suphi’nin kaybıyla Türkiye, henüz çok dar bile olsa, Birinci Meclis’teki muhalefet yelpazesini ve o yelpazeyi genişletmek imkânını, demokrasiyi, çoğulculuğu kaybetti.
Dönebilseydi, sonunda belki gene aynı akıbete uğrardı ama ardında halka dayalı radikal bir muhalefet bırakarak…”(s.395-396)
(*) Ahmet Kardam, Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa, İletişim Yayınları, 2020 İstanbul, 408 sayfa