(Geçen haftadan devam…)
“Cesur Yeni Dünya”nın bazı bölümlerinde ulus-devletin miadını tamamladığı, “Global Devlet Yönetimi” arayışının başlanacağı öngörüsü yer almakta ama gelişmelerin tam tersi istikamette geliştiğine tanık olmaktayız. Ulus-devletler idari ve ideolojik olarak gittikçe daha da güçlendiler. Avrupa’da ırkçı, sağcı, dinci, halkçı, ulusal hareketlerin yükselmesi ve çok yerde iktidarda ya da iktidara ortak olmaları; ABD’de Başkanı Donald Trump’un “Her Şey Amerika için” diye kolları sıvaması; ABD’in Çin, Rusya ve Avrupa Birliği’ne karşı gümrük vergilerini yükseltmesi, Meksika sınırına duvar örme istemesi, Venezuela’ya yasa dışı müdahalesi; Türkiye’de ise AKP ve MHP’nin iktidara oturması, yetmezmiş gibi dinci ve sağ partilerin peş peşe kurulması ve sağın sağa ya da dinci partinin dinciye muhalefet eder duruma gelmesi, devrimci, sol ve laik partilerin siyaset sahnesinde söz sahibi olamamaları, sosyalist solun bir kısmının bile ulusalcılığa kayması örnek verilebilir buna.
Ayrıca; “Yeni binyıl, bir yandan gücün büyük ulus-devletten yerel yönetimlere geçmesini getirecek, bir yandan da ulusüstü, hatta global makamları güç sahibi kılacaktır”(s.303) deniliyor. Yani yaygın özerklik ve merkezi bir “Global Dünya Yönetimi” öngörülmekte. Bu öngörünün yapılışından 22 yıl sonra dünyamızın mevcut durumuna baktığımızda, ulus-devletlerin yerel yönetimlere gücünü devretmeye hiç te niyetli olmadıklarını, ulusüstü “global makamlar” konusunda bir talep veya girişimin bulunmadığını görmekteyiz. Daha vahim olanı ise “ulusüstü” olarak nitelendirilen örgütlerden Birleşmiş Milletler(BM) ve Avrupa Birliği(AB) gibi kuruluşların günümüzde işlevsizleştiği ve temellerinin çatırdamaya başladığıdır. işin garip tarafı ise Birleşmiş Miletler(BM)’in bir ulus-devletler topluluğu olduğunun görmemezlikten gelinmesidir. “Global Devlet Yönetimi” talebi ufukta gözükmüyor, şimdilik.
Teknolojinin, bilimsel gelişmelerin ve hatta tüm sosyal politikaların anavatanını oluşturan Batı, var olan zenginlik ve gelişmelerini kan, gözyaşı ve alınterine borçludur. Batı, yani “dünya topraklarının yüzde 84’ünü kontrol eden [Avrupa’daki]yirmi beş güçlü ulus”(s.274) Amerika, Afrika ve Asya’yı işgal ederek sömürgeciliği başlatarak; köle insanları (emek), altın, bakır, kömür, petrol, kereste, et, yağ, canlı hayvan ve benzeri yeraltı ve yerüstü zenginliklerini (hammadde) talan ederek bugünlere gelmiştir. Yazar bu konuyu es geçse de farklı önemli bir tespitte bulunuyor. “Çok-uluslu şirketlerin son 200 yıldaki tarihi gelecek yüzyılın global şirketlerini anlamamıza ışık tutabilir” diyor ve ardından eskiden çok-uluslu şirketler “köleleri, altın ve gümüşleri, başka yerlerde satılabilecek değere sahip olduğunu düşündükleri her şeyi gemilerine doldurup giderlerdi” diye yazmakta(s.187) ve sonrasında da dün çok-uluslu firmalar sömürü için dış ülkelere giderlerdi, bugün ise hükümetler global şirketleri kendileri davet ediyor diyor.
W. Knoke, kitabında bir de sık sık iki farklı dünyanın var oluşuna değinmektedir(s.106). Bu dünyalar coğrafi veya etnik/ inanç temelinde değil, sahip olunan zenginlik durumuna göre, yani sınıfsal bir temelde oluşmuştur: Zenginlerden oluşanı Birinci Dünya, yoksullardan oluşanı ikinci Dünya olarak tanımlıyor. Günümüzde mevcut bu iki dünya arasında nicelik ve nitelik olarak çok derin bir uçurumun oluştuğunu söyleyebiliriz. ikinci Dünya’nın her alanda geri kalması, açlık ve terörle boğuşması Birinci Dünya’nın, tarihsel olarak Batı’nın eseridir. Günümüzde yaşanan göç dramı, dün yapılanların bugüne yansımasıdır; kapıların kapatılması ise bedelini ödemek ve kabullenmek istemeyişten başka bir şey değildir.
Anlatılanlara ve kitabın yazılış tarihine baktığımızda; “Cesur Yeni Dünya” kitabı, Alvin Toffler’in “Üçüncü Dalga” (Altın Kitaplar, Çev: Ali Seden, 1996 ist.) ve bir zamanlar basında Turgut Özal’ın başucu kitabı diye lanse edilen John Naisbitt ve Patricia Aburdene’nin birlikte hazırladıkları “Değişen Dünyada 1990’ların On Yeni Hedefi MEGATRENDS 2000 Büyük Yönelimler” kitaplarını (Form Yayınları, Çev: Erdal Güven, 1990 ist.) anımsatıyor ve bu kitaplarda anlatılanlara benzer şeyler anlatılıyor. 1990’larda, özelliklede Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu Batı’nın moral üstünlüğü yakalaması küreselleşme ve neo-liberal politika tartışmalarının tırmanışa geçmesine neden oldu. O dönem ABD orjinli yayımlanan çok sayıda bu türden kitapların hemen hemen tümünde aynı şeyler farklı şekillerde çokça yazıldı; küreselleşme ve serbest piyasaya dayalı ekonomik modelin fazileti anlatıldı ve halen de anlatılmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılışı bazılarına kan emici yarasayı sevimli kanarya gibi sunma fırsat yarattı. William Knoke de doğru şeylerin anlatımının yanında kapitalizmi şirin gösterip methetmektedir; “eşi görülmedik maddi zenginlik sunmadaki başarısı kapitalizmin yirmi birinci yüz yıl boyunca birçok kültür tarafından ideolojik olarak benimsenmesini sağlayacaktır”(s.144) diyerek.
Sonuç olarak anlatılanlardan benim anladığım, William Knoke yol haritasında ‘türbokapitalizmin’ ülkeler ve toplumlar için iyi olduğunu, Faust’un pazarlık yaparak ruhunu şeytana satması gibi ülkelerin de her şeylerini global şirketlere teslim etmelerinin kendi yararlarına olacağını söylemektedir. Ve bir şey daha söylemektedir: “Uluslararası iş âlemi süper enerji yüklü ‘türbokapitalizmde’ hızla ileriye doğru yol alırken, politik dünya arkada toz yutuyor.”(s.187)
Teknolojik, ekonomik, siyasi ve ticari gelişmelerin birbirini besleyerek ve etkileyerek dünyamızı değiştirdiği ve dönüştürdüğü, farklı bir yere getirdiği doğru, ama global şirketlerin dünyamızı “Kurtlar Sofrası”na dönüştürdüğü de inkâr edilmez bir gerçektir. Kurtlar, daha doğrusu global şirketler sofradan en büyük budu/payı kapmaya çalışıyor, tökezleyen ya da düşen anında yem oluyor. Düşenlerin çığlıkları kümese giren tilkiyi fark eden şaşkın tavukların çığlık atmalarına benziyor, kıyameti koparıyorlar. Sessiz çoğunluğun ise çığlığı/sesi duyulmuyor, duyulmak da istenmiyor!
Not: Karikatürünü benimle paylaşan Lütfü Çakın’a teşekkür ederim.