Tarihin akışını ve toplumların kaderini değiştiren makinaların gelişimini, akıllanmasını ve toplumsal yaşama etkilerini; yazar ve düşünürlerin sürekli gelişen makineleşme karşısındaki duruşlarını “Ütopya, Distopya ve ‘Çalışılmayan Bir Dünya’” başlıklı yazımla (08 Eylül 2022) başlayan ardışık birbiriyle ilintili beş yazı yazmayı tasarlıyordum. İki yazı yazdıktan sonra araya birkaç kitap tanıtım yazısı girdi ve tasarım yarım kaldı. Makineler konusuna kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
İş makineleriyle benim gerçek anlamda tanışmam 1975 yılında Etibank Ergani Bakır Madeni İşletmesi’nde Kimya Mühendisliği stajımı yaparken oldu. Maden sahasında kullanılan kepçe, dozer, damperli kamyon, cevherleri kırma/ öğütme makinelerine taşıyan nakliye araçları, değişik boyuttaki kırma makineleri, asit ünitesi düzeneği, cehennemi görünümlü bakırın eritildiği izabe fırınındaki makineler çok çeşitli olup hem dönemin gereği hem de iş kolunun ve yapılan işlerin özelliği nedeniyle büyük, ürkütücü ve çok kabaydı. Okulu bitirdikten sonra 1978’de Diyarbakır Tekel İçki (Rakı) Fabrikası’nda ve sonrasında 1985’te İstanbul-Avcılar’da Dopsan Kimya AŞ’nin fabrikasında bir müddet çalıştım. Bu fabrikalardaki makineler bakır işletmesindeki makinelerin yanında çocuk kalırdı; çok fazla büyük ve hareketliliği olmayan görece daha modern makinelerdi.
Tarihe kuşbakışı göz attığımızda tekerleğin icadının MÖ 3.500 yıllarına dayandığını görürüz. İcadından sonra da hiçbir değişim ve gelişme göstermeden aynı düzeyde varlığını 17. yüzyılda başlayan sanayi devrimine kadar korudu. Sanayi devrimiyle makineler çeşitlilik ve hız kazandı. Tekerlerin üstüne motor ve kabin bırakılınca otomobil, otobüs, tren, uçak oldu. Aynı gelişmenin bir sonucu olarak elektrik santralleri ve elektrik tellerini taşıyan direkler çoğalıp yaygınlaştıkça fabrikalarda bant ve çarklar hızlı dönmeye ve üretilen ürün çoğalmaya başladı. Kapitalist ve sosyalist toplumların birçoğu bu nedenle hummalı bir çalışmayla makineleşmeyi programlayıp önlerine hedef olarak koydu. Örneğin, Amerika otomasyonu, Sovyetler Birliği ise iç savaş sonrası zor durumda olan ekonomiyi çöküşten kurtarmak amacıyla NEP (Yeni Ekonomi Politikaları) politikasını uygulamaya koydu. Lenin, NEP programıyla makineleşme ve elektrik santrallarının kurulup yaygınlaştırılmasıyla sorunların çözüleceğini öngörüyordu. Sonrasında NEP’le gerçekleşen atılımdan esinlenilerek birçok Marksist düşünür, yazar ve şair ütopyacılar gibi makineleşmeyi evrensel tüm sorunları sonlandıracak bir araç olarak görmeye başladı.
Ünlü şairimiz Nazım Hikmet de böyle görenlerden biridir. Kendisi 1923’te Sovyetler Birliği’nde bulunmaktadır. Sovyetler Birliği’nde sanayideki gelişmelere ve makineleşmeye yakından tanıklık etmektedir. Teknolojinin baş döndürücü etkisine kapılarak 19. yüzyıl anlayışına uygun olarak makinelerin sorunları gidereceğine inanarak:
“trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!”
dizeleriyle başlayan “Makinalaşmak İstiyorum!” şiirini yazar. Şiirin devamında ise; “karnıma bir türbin oturtup/ kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!” bahtiyar olacağım, der.
Nihayetinde beklenen şey gerçekleşir: Sanayi ve makineler hızla gelişti ve çoğaldı. Refah ve yaşam kalitesi yükseldi. Yaşamın akışına ivme kazandırdı mesafe ve zaman ara yerden kalktı: Ürün, hizmet, emek, bilgi ve en önemlisi de para çok hızlı dolaşıma girerek bir yerden bir yere durmadan sürekli akmaya başladı. Aynı anda her şey her yerde bulunur duruma geldi. Okyanusun derinliklerinden uzayın sonsuzluğuna makineler insanların emir komutasında yaygın olarak harıl harıl çalışmaya başladı. Çalışmakla kalmayıp her gün hızlı bir şekilde akıllanır da oldu. İleri teknoloji ile hayatımızı kuşatan, yön veren ve belirleyen bir olguya dönüştü. Kesintisiz insan ve toplum yaşamını derinden etkilemesi karşısında itirazlar da yükselmeye başladı. Bu durumdan sadece Yevgeni Zamyatin, Aldous Huxley, George Orwell gibi distopyacılar değil, çok sayıda düşünür ve aktivist şikâyet eder oldu. Örneğin,
1964’te ABD’de Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nden Mario Savio: “Bir zaman gelir, makinenin çalışması o kadar tiksindirici olur ki, yüreğinizi o kadar hasta eder ki, uzak durmak istersiniz. Pasif bir izleyici olarak bile dayanamazsınız. Ve kendinizi dişlilerin, çarkların, manivelaların, gördüğünüz tüm aygıtların üzerine atmak ve onları durdurmak istersiniz,” diyerek isyanını dile getirir. Ama Avusturyalı sosyalist, filozof, rahip, toplum eleştirmeni ve karşı kültür gurusu Ivan Illich bu konuda iyimserdir, yeni nesil ileri teknolojinin gelişiminden hareketle: “Artık insanı makineye köle kılmadan, köleliği ortadan kaldıracak makineler tasarlayabiliriz,” diyerek ilginç tarihi bir açıklamada bulunur. (Aktaran: Margaret O’Mara, KOD: Silikon Vadisi’nin Kısa Tarihi, TTGV, s.158, 173)
Kısacası, makinelere karşı çıkanların ve makinelerin gelişmelerini hararetle savunanların düşüncelerini ve makinelerin insan yaşamı üzerindeki etkilerini birkaç paragrafla özetlemek mümkün değil. Ama gelmiş olduğumuz aşamada kendi eserimiz olan makinelerden göreceli olarak şikâyet eder duruma gelmiş olduğumuzu söyleyebilirim. Gelişmeler, modern toplumu bireysel irade ile makinelerle yarışmalı birlikte yaşamak arasında bir savaşa zorluyor. Hayati konularda akıllı makinelere karar vermede ne kadar yetki verileceği ise bir sorun olarak önümüzde duruyor, çünkü algoritmaların doğru karar vereceğinden endişe duyuyoruz. Şimdi Araf’ta bahtımıza Cennet mi, Cehennem mi düşecek diye bekliyoruz.
***
Çalışılmayan Bir Dünya kitabına dair yazdığım “Teknolojik İşsizlik ve Gelecek Korkusu” başlıklı yazımda (20 Eylül 2022); “Her şeyi makineler yapacaksa insanlar ne yapacak?” sorusunu sormuş ve yanıt olarak da kısaca: Endişelenmeye gerek olmadığını, bırakalım makineler çalışsın, insanlar da burjuvazi gibi yan gelip keyif çatsın demiştim.
Yazım yayımlandıktan sonra sorduğum soruyla ilgili oğlum Utku’dan bir yazı aldım. Soru ve açıklamalarıyla ilginç konulara değiniyor. Okuyalım:
“Bu çok fonksiyonlu düşünülmesi gereken bir soru. Öncelikle bugün artık dünya nüfusu yaklaşık 8 milyar civarında. Bu yığınsal düzeydeki insan nüfusu neyle meşgul olacak? Dolayısıyla işin toplumsal boyutu ve ‘yığınların idaresi’ ciddi bir sorun.
İkinci olarak Jared Diamond’ın Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabında bahsettiği bir olgu var: Avcı-toplayıcı bir toplumda kimse kafasını karnını doyurma, günü idare etme kaygısından kaldırıp ileri bakamadığı için bir anlamda kabile yaşantısı söz konusudur. Tarıma geçiş ile birlikte besin artınca, yani insanlar av peşinde koşmayı biraz bırakınca bir şeyler düşünebilmeye ve üretebilmeye zamanları oldu ve ‘modernleşmenin’ ilk tohumları atıldı... Bugünkü durumumuza baktığımda aslında yine avcı-toplayıcı halimize geri dönmüş gibi olduğumuzu düşünüyorum. Haftanın beş-altı günü uzun saatler boyunca birçoğumuz karnımızı doyurabilecek kadar, birkaçımız da birikim yapabilecek kadar gelir elde edebilmek adına çalışıyoruz. Kitap okuyamıyoruz, sosyalleşemiyor, tiyatro ve sinemaya gidemiyor, felsefe yapamıyoruz, kendimize vakit ayıramıyoruz, hobilerimiz yok. Eğer bir şekilde denildiği gibi ‘her işi makineler yapacaksa’ o zaman düşünce üretmek için bol zamanımız olacak demektir ki bu açıdan bakıldığında kulağa çok güzel geliyor.
Son olarak çalışılmayan bir dünyada gelirin nasıl elde edileceği ve bu gelirin dağılımı yine bir soru işareti. Artık çalışılmadığına göre ast-üst ilişkisi olmayacak. Kimin ne kadar gelir elde edeceği neye göre belirlenecek? Dün müdür olan bugünden sonra müdür olarak mı kalacak? Dün işçi olan bugünden sonra hep işçi maaşı mı alacak? Yoksa herkes eşit ve aynı gelire mi sahip olacak? Bunlara kim, nasıl karar verecek? Bugün büyük bir firma yöneticisi ile bir fabrika işçisinin para harcama ufku ve giderleri arasındaki fark bir uçurum. Yöneticiye az para verirsen yaşam kalitesi düşer. İşçiye çok para verirsen o parayı ne yapacağını bilemez. Konu uzun. Derli toplu düşünülmesi gereken ve ciddi toplum mühendisliği de isteyen bir konu. Aslına bakılırsa bu geçiş aşamasını anlatan güzel bir bilim kurgu romanı yazılabilir. Saygılarımla.” (23 Eylül 2022)
***
Gelecek yazımda bilgisayarla tanışmamı ve “kâinatın hâkimleri”ni anlatmaya çalışacağım.