Bir önceki yazımda Tahir Yüksel’in şahsıma gönderdiği mektubu paylaşmış ve bir sonraki yazımda kitabını anlatmaya çalışacağımı belirtmiştim.
Gönderilen “Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin...” kitabını, kapağı hariç olarak baştan sona Tahir Yüksel hazırlamış, Küçükçekmece Belediyesi Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır (Eylül 2022). Kitabın künyesinin yazılı olduğu sayfada; “Bu katalog Küçükçekmece Belediyesi tarafından düzenlenen TAHİR YÜKSEL arşivinden “Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin...” YILMAZ GÜNEY başlıklı sergi projesi kapsamında basılmıştır,” denilmektedir. Kitabın baskısı çok güzel; kuşe kâğıtlı, renkli ve büyük boy.
Yılmaz Güney böyle güzel kitapları hak eden önemli bir değerimizdir. Zamanında bir efsaneydi; filmleriyle, ödülleriyle, devrimciliğiyle, mücadelesiyle, yaşamıyla... Kitapta doğal olarak daha çok sinema ile ilgili yaptıkları konu edinilmiş, ama 1 Nisan 1937’de Siverek’te hayata merhaba deyişinden, 9 Eylül 1984’te Paris’te hayata veda edişine dek fırtınalı hayat hikâyesi de kısaca anlatılmış satır aralarında: Çocukluk yılları, sinemanın her alanında yaptığı çalışmalar, senaryoları, kitapları, yattığı cezaevleri ve cezaevlerinden sinema sektörüyle sürdürdüğü ilişkileri, edebi yönleri, Güney dergisi, yurt dışı dönemi ve sinematografisi fotoğraflar eşliğinde verilmiştir.
Küçükçekmece Belediye Başkanı Kemal Çebi’nin kitaba önsöz niyetine yazdığı yazıda da belirtildiği gibi: “111 filmin yönetmeliği ve senaryosu, 45 filmin başrol oyunculuğu, 35 önemli ödül ve şiirleri... Sinema setlerinden cezaevlerine uzanan fırtınalı bir hayat. Türkiye’nin sorunlarını, acılarını bilen, toplumun hakikatini beyaz perdeye yansıtan bir efsaneydi O!”
Fırtınalı yaşamı 18 yaşında, gerçek adı olan Yılmaz Pütün adıyla 1955 yılında bir dergiye yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” hikâyesiyle başlar. Komünizm propagandasıyla suçlanır ve ceza alır. Yılmaz Güney o günleri şöyle anlatır: “Oysa ben o günler komünizmin ne olduğunu kesinlikle bilmiyordum. Ne sınıf mücadelesi, ne işçi sınıfı, ne de devrim konusunda hiç bilgim yoktu. Düzene, içinde bulunduğum zor koşullara bilinçsiz bir tepkinin ötesinde bir tutumum yoktu,” der (s.25). Der ama Yılmaz Güney bu öyküsü nedeniyle önce 7,5 yıl hapis ve 2 yıl sürgün cezası alır, cezası temyiz sonrası 1,5 yıl hapis, 6 ay sürgün olarak onaylanır. Bu ceza sonrası isim olarak hayatının kırılma noktasını yaşar: “Yaşar Kemal’in parası ve Atıf Yılmaz’ın desteğiyle ben birden sinemaya senaryo yardımcısı olarak girdim. Hemen adımı da değiştirdim. O zamana kadar adım Yılmaz Pütün. Sinema ilişkisine girince dedim ki ‘Benim adım Yılmaz Pütün değil, Yılmaz Güney’. Yılmaz Güney adı orada bir girdi ve kaçak olarak o kaldı.” (s.24) Ve daha sonra ise; “Cezam 1,5 seneye, sürgün 6 aya düştü ve beni bir gün film setinden polisler aldılar ve hapishaneye götürdüler. İlk cezam ve ilk cezaevi günlerim, akıldan çıkmaz acılarıyla, değişim için verdiğim mücadelelerle, hayatımın ilkokulu oldu,” der (s.27).
Kitapta Yılmaz Güney’le ilişkisi olmuş Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz (Batıbeki), Vedat Türkali, Duygu Sağıroğlu, Tarık Dursun K., Abdurrahman Keskiner, Lütfi Ö. Akad, Ahmet Soner, Aydın Engin, Elia Kazan, Gani Turanlı gibi birçok edebiyatçı ve sanatçının çeşitli yazılı kaynaklarda yer alan açıklama ve yazılarından onun sinema ile ilgili çalışmalarını, sanatçı özelliğini, düşüncelerini, ilişkilerini ve tasarılarını farklı açılardan öğreniyoruz.
Örneğin, Kayseri’de doğan ünlü Amerikalı film yönetmeni Elia Kazan, 1974 yılında Türkiye’ye geldiği sırada Yılmaz Güney ve sanatına ilişkin Milliyet Sanat dergisinde (5 Nisan 1974, Sayı: 74), “Tanımadığım, fakat hayran olduğum bir sanatçı üzerine” başlığı altında şunları yazmıştır:
“Sizlere birkaç cümleyle birinden söz edeceğim. (...) Tanımadığım, ama hayran olduğum bir sanatçı... önemli olduğuna inandığım ve hayran olduğum şey, kişinin derin duygulara sahip olması ve bu duyguları başkalarına aktarabilmesi. Yani sanatçı olması. Sanatçı, kendisi için, konuşamayanların yerine konuşandır. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nerede olduğumuzu toplumdaki sanatçılar aracılığıyla öğreniriz. Neler düşündüğümüzü, duyduğumuzu, neler duyacağımızı bizlere anlatmak, öğretmek onların görevidir.”(s.94)
Yılmaz Güney zamana anlam katan ve diyalektik düşünen biridir. 21 Mayıs 1974 günü yaptığı bir basın toplantısında sanatta bakışını şöyle anlatır:
“Gerçek değişken bir şeydir. Sanatta biz bunu yansıtmak zorundayız. Gerçekçilik toplumun değişen yeni çehresi, yeni gelişim eğilimlerini aktarması açısından önem kazanıyor bence. Ben kendi sinemama yabancıların dışarıda takmaya çalıştıkları gibi ‘yeni-gerçekçilik’, şu bu cinsinden bir isim vermiyorum. Bizim görevimiz filmler yapmaktır. Bunların çeşitli şekillerde değerlendirilmeleri, halkın, eleştirmenlerin, tarihçilerin görevidir.” (s.96)
Sürü filminin senaryosunu yazarkenki duygu ve düşünceleri Yılmaz Güney’in sanatçı özelliğini çok güzel yansıtır. Cezaevinde oluşu nedeniyle Sürü filminin senaryosunu yazma aşamasındaki ruh hâlini şöyle anlatır: “O yörenin (Kürt coğrafyası -M.Ü.) türkülerini dinliyorum. O yöreyle ilgili resimlerle, müziklerle kendimi doldurmaya koşuyorum. İşte çobanlar, koyunlar... İşte çadırlar, çocuklar ve yüzlerini utanarak örtmüş kadınlar... Onları ne denli kavrayabilirsem, hatta onlarla ne denli özdeşleşebilirsem, o denli yazabilirdim; doğal, sıcak, etkili ve inandırıcı olabilirdim. (...) Acıları acım, sevinçleri sevincim olmalıydı. Onları kuşatan maddi koşulları soluyabilmeliydim. Çünkü bir insanın ruh hâli, onun toplumsal ilişkilerine, yaptığı işe, çevre ilişkilerine sıkı sıkıya bağlıdır.” (s.119)
Böyle düşünen Yılmaz Güney’in bu düşüncesine uygun filmlerin yönetmeni, senaristi, oyuncusu... olmak için çok az zamanı oldu. Sık sık cezaevine girip çıkması istediği şeyleri istediği gibi yapmasına izin vermedi. Ama her şeye karşın yine de belleklerden silinmeyecek şekilde adını sinema tarihine altın harflerle yazdırdı: Uçurumları bilenler dağların doruklarına çıkmasını bilir!
Gani Turanlı, şu veciz sözlerle Yılmaz Güney’i ve onun sinemasını özetler:
“Yılmaz Güney dev bir oyuncuydu ve bir Yılmaz Güney daha ne zaman gelecek sinemaya Allah bilir? Onun o büyük sinema zenginliği bakalım sinemaya bir daha hangi kişiyle gelecek?” (s.142)
Tahir Yüksel, “Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin...” kitabında bu sinema devini yoğun bir emek ürünü olarak bizlere sunuyor. Ve kitabın sonunda önemli bir saptamada bulunuyor: “Sinema yapabildiği yılları topladığımızda dokuz yıldan az bir zaman yapmaktadır. Türk ve dünya sinemasına altın harflerle yazılan filmleri böylesine kısa bir sinema yaşamına sığdırmıştır. ’50-55 yıldır sinemanın içindeyim’ diyenleri görünce hüznüm kat kat artıyor. Bir özgür kalabilseydi neler yapacaktı kim bilir!” (s.142)
***
Böyle güzel bir kitaba imza attığı için Tahir Yüksel’i kutluyorum. Yolun ve bahtın açık olsun kardeşim.