İnsanın bir arkadaşının, bir dostunun veya bir tanıdığının yazdığı bir kitabı imzalı almasından daha güzel bir şey olabilir mi?
Şanslıyım. Sevdiğim insanlardan güzel kitaplar alıyorum. Tahir Yüksel, “Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin…” kitabını; Bilen Işıktaş, Boğaziçi’nin Büyülü Sesi Denizkızı Eftalya kitabını; Doğan Karaağaç, İnsan Doğası ve Büyük Ütopya kitabını imzalayıp gönderdiler. Her üç güzel insana selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
Tahir Yüksel’in kitabına ilişkin bundan önceki iki yazımda birkaç kelam etmiştim. Bu yazımda Bilen Işıktaş’ın kitabına biraz değinmek istiyorum.
Bilen Işıktaş, “Kıymetli ağabeyim, baba dostu, yoldaşı Müslüm Üzülmez’e en kalbi sevgi ve muhabbetle” diye imzalamış. Kitabını elime aldığımda sıcak bir duygu içimi sardı, çok mutlu oldum. Bana bu mutluluğu yaşatan Bilen Işıktaş’a çok teşekkür ediyorum. Boğaziçi’nin Büyülü Sesi Denizkızı Eftalya kitabını kaleme almış olması nedeniyle de kutluyorum. Hem kendisinin ve hem de kitabın bahtı açık olsun!
Bir insanın yaşamı, davranışları, düşünceleri bir bütünlük gösterdiğinde inandırıcılığı artar. Yine, bir insan alışılagelmişlikten uzaksa, bilinenleri tekrardan kaçınıyorsa ya da at gözlüğü ile bakmıyorsa olgu ve olaylara, o insan yeni şeyler söyleyebilir ve gerçekçi analizler yapabilir. Ama bilginin karartıldığı yerde, gerçeğe ulaşmak biraz zordur. Bilim insanları, yazarlar, düşünürler önyargı ve “egemenin oluşturduğu tarihin merkezini tanımlayan gelenekten” uzak bir tarih anlayışıyla hareket etmedikleri müddetçe gerçeklere ulaşılamaz, gerçek tarih yazılamaz! Gerçek tarihin yazılabilmesi, ancak “kişisel önyargılardan arınmaya, özel sevgi ve nefretimizden sıyrılmaya bağlıdır”. Tarihçi, “derin ve geniş bir bakış” açısına sahip değilse tarih yazmaya kalkışmamalıdır! (Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, Varlık Yayınları, İst. 1978, s. 12, 10)
Bilen Işıktaş “derin ve geniş bir bakış” açısına sahip olma yeteneği sayesinde konuya ilişkin yaptığı yurtiçi ve yurtdışı arşiv çalışmalarında eline gecen belgeleri bir kuyumcu titizliğiyle inceleyerek eserine derinlik katmış ve “egemenin oluşturduğu tarih” anlayışının dışında; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Denizkızı Eftalya’yı anlamaya ve tarihin getirdiği acılarla dolu yıkılış ve kuruluşun gölgesinde Rum kızı Eftalya efsanesinin sis perdesini aralamaya çalışmış. Zihinlerin puslu derinliklerinde dolanıp duran düşünceleri akıl süzgecinden geçirerek hayata katkı sunacak bir şeklide müzik tarihinden kısa bir kesiti sunmuş. Güzel bir kurgu ve tatlı bir anlatımla, işin içine musiki camiasını da katarak okuyucuyu zaman içinde bir yolculuğa çıkarmış ve dönemin müzik dünyasını, şahsiyetleri, yaşamları, ilişkileri, mekânları anlatırken aynı zamanda Türkiye’deki eğlence ve müzik dünyasındaki değişimi de Eftalya üzerinde anlatmaya çalışmış.
Denizkızı Eftalya okuduğunda: Bir Rum kızı (gerçek adı Atanasia Yeorgiadu) nasıl en büyük yıldızlardan birisi haline geldi? Nasıl olur da defalarca Atatürk’ün huzurunda Türk müziğini icra edebildi? Nasıl bir müzik çevresine sahipti? Nazım Hikmet ve Eftalya ile ilgili yaratılan mitosun aslı neydi? Osmanlı’nın çözülüşünden Cumhuriyet’in modernleşme sürecine uzanan günlere nasıl tanıklık etmişti? Dönemin sosyal, kültürel arka planında, gündelik yaşamında neler oluyordu, gibi sorulara kısa yanıtlar bulabilir.
Tabii dikkatli okuyucu kitabı okurken sayfa ya da satır aralarında önemli başka şeylerin de ipuçlarını yakalayabilir: Osmanlı eğlence yaşamı içinde, “etno-dinsel” kümeleşme ve işbölümü neticesinde özellikle Sakızlı Rumların ve Ermenilerin meyhane, gazino gibi mekânların işletilmesinde belirleyici rollerinin olduğunu (s.34); Sultan Abdülhamit döneminde, bir kantoda “Hay nare, nare, nare/ Başımız yandı nare!” şeklindeki terennümün jurnal edilmesi sonucu kantocunun nezarethaneye götürüldüğünü ve bir tanıdığı sayesinde kurtulduğunu (kantocu Minyon Virjin sonradan öğrenir ki, kantoyu dinleyen hafiyelerden biri zaptiye nazırına bir jurnal verip kantocu Minyon Virjin’in Ermeni komitesine mensup olduğunu yazmış ve bu iddiasını ispat etmek için de kantonun terennümünü şahit göstermiştir. Zira kantodaki “Hay” kelimesi Ermenice Ermeni manasına gelir, “nar” ise Arapça ateş demektir. Jurnalciye göre buradan şu anlam çıkmaktadır: “Ermeniler Türklerin elinde mahvoluyor, yanıyor!”(s.37); bazen de Boğaziçi’nde tertip edilen “mehtap âlemlerinin saraya birer suikast toplantısı olduğunu ihbar” edilmesi nedeniyle mehtap âlemlerine yasak konulduğunu (s.169); Rum kızı Eftalya’nın her ne yaparsa yapsın, “öteki” olduğunun sürekli kendisine hatırlatıldığını (s.130 ve…); Tamburî Cemil Bey’in (d.1873-ö.1916) âmâ bir dilencinin peşinden gidip okuduğu Harput, Diyarbakır’ın yarı mistik halk türküsünü notaya almaya giriştiğini (s.38) (ki bu örneğin benzeri Cumhuriyet döneminde çok yaygın olarak kullanılmıştır. Örneğin bu amaçla 1926 yılında Anadolu’ya seyahatler düzenlenir (s.81), 1929’da Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden toplanan türküler, Osman Pehlivan’ın sesiyle millî havalara dönüştürülür (s.87). Tabii bu arada Kürtlere ait kılam ve stranlar da notaya alınarak sahiplenilip kendi kimliğinden koparılarak Türkleştirilir. Celal Güzelses, İzzet Altınmeşe, İbrahim Tatlıses gibi sanatçılar önemli rol oynar bu konuda.); Lozan’dan, yani mübadeleden sonra Eftalya hariç, Rum ses sanatçılarına artık yerleşik plak şirketlerince plak kayıtlarının yapılmadığını (s.102); 1934’te alaturka musikinin radyolarda yasaklandığını (s.149) ve “Musiki İnkılabı” tartışmaları esnasında resmi eğitim kurumlarından dışlandığını (s.145) vs…
Uzun lafın kısası yoğun bir emek ürünü olan Boğaziçi’nin Büyülü Sesi Denizkızı Eftalya tarihin bir dönemine ışık tutuyor diyebilirim. “Denizkızı Eftalya’nın kişisel tarihi Türkiye’de modernleşme, müzik icrasının dönüşümü, yeni mekânlar ve teknolojilerin müziği kitleye ulaştırmadaki belirleyici rolü veya toplumsal cinsiyet gibi birçok parametre üzerinden okunabilir.” (s.238)