EĞİTİMDE KALİTESİZLİĞİ; YARATICI OLMAYAN, EZBER SORUNUNU NASIL AŞACAĞIZ?
Türk Milli Eğitimi’nin en büyük çıkmazlarından bir de yaratıcı olmayan, ezbere dayalı eğitim-öğretim sorundur. Davranışlarımızın ve bilgimizin kalıcı olmasını istiyorsak, mutlaka ezberci eğitim-öğretimden vaz geçmeli, sorgulayıcı, yaratıcı, öğrendiğini nerede kullanacağını bilen eğitime geçmeliyiz. Bunu her öğretmen arkadaş kendi inisiyatifini kullanarak da gerçekleştirebilir. Düşünen, neden niçin sorularını soran çocuklar yetiştirmeliyiz. Soru soran çocukları teşvik etmeliyiz. Soru sormayan, sessiz sessiz yerinde oturan, pısırık, içine kapanık, sallana sallana okula gelip-giden öğrencilerden memnun olmamalıyız. Onların uyuşuk, tembel beyinlerini hareketlendirmeliyiz. Yoksa yargılamayan, soru sormayan, olaylar hakkında yorum yapmayan, birilerinin güdümünde olmaya hazır tebaa nesiller yetiştiririz. Bu da özlemini duyduğumuz, Demokratik Türkiye'nin önünde en büyük engel olur. Hak, hukuk tanıyan, özgürlüğüne düşkün, kendi özgürlüğü kadar başkalarının da özgürlüğünü düşünen nesiller yetiştirmeliyiz.
Kısaca ezberci papağan ya da mistik, kaderci tebaa toplumu değil; sorgulayan, araştıran, nedenini ve niçinini öğrenen, özgür bireyler yetiştirmeliyiz.
Şu da kesin: Biz öğretmenler eğitim sorununa ve ülkemizdeki sorunlara el atmadıkça, özlemini duyduğumuz güzelliklerin ülkemizde hayat bulması mümkün değil.
EĞİTİM-ÖĞRETİMDE ÖĞRENCİ MERKEZLİ, ZEKÂ TÜRLERİNE GÖRE EĞİTİM-ÖĞRETİM YAPABİLECEK MİYİZ?
Klasik eğitim-öğretimde merkezde öğretmen veya anne baba vardır. Onlar: "Her şeyi bilirler. Onların dedikleri doğrudur. Onların çizmiş oldukları çerçevenin dışına çıkmak sakıncalı, doğru da değildir. Eğer çocuk/öğrenci öğrenmiyor, sağlıklı bir davranış göstermiyorsa, bunun sorumlusu anne baba veya öğretmen değildir. Sorumlu, sorunlu olan çocuktur. Çünkü onlar üzerlerine düşeni yapıyor, ancak çocuk, almıyor, alamıyor veya almak istemiyor. Bir anlamda hinlik yapıyor."
Oysa çağdaş eğitim anlayışında bu yaklaşım çoktan terk edildi. Eğer çocuk öğrenme zorluğu çekiyor ve uyum konusunda sorunlar yaşıyorsa bunun nedeni:
- Ders ve dersin konuları çocuğun ilgisini çekmiyor, veya,
- Ders işlenirken sınıf ortamında katılımcı bir ortam yoktur.
Katılımcı ortamda öğrenci derse katılır, öğrenme sürecine girer. Sorumluluk üstlenir. Öğretmenler değil, öğrenciler öğrenmenin merkezindedir. Yani sunan, bağıran çağıran anne baba, öğretmen değil; dinleyen, yol gösteren, rehberlik eden eğitimciler olmalıyız. Koordine eğitimcilerde, aktörler öğrenciler olmalı. Bu metot öğrenme sürecini kolaylaştırır, ezber öğrenimin önünü de keser.
Bütün çaba ve uğraşımıza rağmen çocuk derse katılmıyor ise, rehberliğe yönlendirip, sağlık durumuna ve zekâ türüne bakmak gerekir.
Günümüz eğitim bilimcileri diyorlar ki: Çocuklara zekâ türlerine göre eğitim, öğrenim verilmelidir. Her ders veya konu çocuğun ilgisini çekmeyebilir. Onun zekâsına uygun olmayabilir. Bu çok normaldir. Örneğin, öğrenci matematikle ilgili sayısal zekâya sahip değilse, siz ona dört dörtlük matematik öğretmezsiniz. Zaten buna da gerek yok.
Bireylerin doğuştan gelen zekâ türleri vardır. Bunlar: görsel zekâ, fiziksel zekâ, içsel/hissel/müzik zekâsı, sözel zekâ, sayısal/matematik zekâ, sosyal zekâ, doğa/görsel zekâ gibi zekâ türleridir. Çocukların hangi tür zekâya yatkın olduğunu, anne baba ve öğretmenler gözlem yaparak anlayabilir. Çocuklar bazı derslerden başarılı bazı derslerden başarısız oluyorsa, bunun nedenini burada aramalıyız. Çocuklarımızı zekâ türlerine göre yönlendirmeliyiz. Ölçme ve değerlendirmelerimizi, bir üst sınıfa geçme durumunu esnek bir yaklaşımla zekâ türlerine göre düzenlemeliyiz.
EĞİTİMİN TEMEL AMACI NE OLMALIDIR?
Eğitimin temel amacı yaratıcı, sorgulayan, özgür bireyler yetiştirmek olmalı. Bunun için de eğitim:
- Çocuklara güven,
- Doğayı, insanı ve hayatı sevmeyi,
- Yurdunu sevmeyi,
- İşbirliği, dayanışma, sosyal yardımlaşma duygusunu,
- Kendisi ve çevresi ile uyumlu olmayı, kendisini ve çevresini sevmeyi,
- Bilgi, beceri ve olumlu davranışlar kazandırmayı amaçlamalıdır.
Bütün bu kazanımlar için iyi bir müfredat programı; iyi idareci ve iyi öğretmenlere sahip olmak gerekir.
Müfredat kılavuz, idareciler koordinatör, öğretmenler uygulayıcı olmalıdır.
Eğitim-3
EĞİTİM-ÖĞRETİMDE ANNE VE BABANIN (AİLENİN) ÖNEMİ NEDİR?
Eğitimde anne babanın katkısı yadsınamaz. Çocukların sağlıklı veya sağlıksız bir eğitim almalarının temel belirleyicisi ailedir. Ailede sağlıksız davranışlar edinen bir çocuğu, okulda eğitip düzeltmenin ne kadar zor olduğunu hepimiz yaşayarak biliyoruz.
Kimi öğrencilerimizin görgü kurallarından uzak, davranış bozukluğu göstermeleri, kendi arkadaşı öğrencileri ve biz öğretmenleri ne kadar çaresiz/zorda bıraktığını da biliyoruz. Bu çocuklar, bu yanlış davranışları okuldan değil, aileden okula taşıyorlar. Genellikle yüksek sesle, argo, küfürlü konuşmalar, el kol hareketleri, sözde şakalaşmalar, temizlik anlayışlarının hemen hemen hiç olmayışı, kıyafet, ve araç gereçlerin kullanımında, hor, savurgan olmaları; hırçınlık, izinsiz arkadaşlarının araçlarını alma, uyarılara rağmen bunlarda ısrar etme vb. aile ve çevreden çocukların edindikleri kötü davranışlardır.
Unutmayalım ki, çocuklar ailenin aynadaki görüntüsüdür.
Toplum olarak her ne kadar aile bağımız güçlü ise de, bu durumu eğitim açısından değerlendirmek sanırım yanıltıcı olur. Çünkü;
- Türk toplumunda mutsuz evliliklerin oranı %80'dir.
- Aile içi geçimsizlik ve şiddet çok fazladır. Unutmayalım ki Avrupa’da en fazla kadın ve çocuk döven bir ulusun erkekleri bizde aile reisidir.
- Köy/kırsal yaşam biçimi ile kent/şehirli olma arasında toplumun büyük bir çoğunluğu sıkışıp kalmış. Yani ne şehirli/kentli ne de köylü, ikisi arasında gidip gelen veya şehirde yaşayıp, şehrin nimetlerinden köylü gibi yararlanan bir topluluğun üyeleri ile karşı karşıyayız. Köyden gelen insanlara şehirli demek zor, zaten doğru da değil. Çünkü kentli olmak için kent kültürüne, yaşam biçimine sahip olmak gerekir. Kent yaşam tarzının oluşması için nesiler geçmesi, değişmesi gerekir. İşte burada da görev biz eğitimcilere, özellikle öğretmenlere düşüyor.
Gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülkelerden birinde yaşıyoruz. Kent ve kasabalarda çok fakir aileler var. Bu ailelerin anne babalarından (velilerden) eğitimle ilgili katkı beklemek kendi kendimizi kandırmak olur. Hatta çocuklarla birlikte velileri de eğitmek gerekir. Veli toplantıları, rehberlik çalışmaları bu nedenle çok önemli ve kıymetlidir.
Bu günün dünyasında anne babanın çocuk eğitimindeki olumlu veya olumsuz etkisi yadsınamaz.
Aile içi demokratik ortam ve sevgi çocuk eğitiminde son derece önemlidir. Fakirliğin diz boyu olduğu semt okullarında aile içi demokratik ortamı, sevgiyi aramak çok zor olsa gerek.
Kimi velilerde sahte bir sevgi ve ilgi ile karşılaşırsak bu bizi şaşırtmamalı.
OKULUMUZUN BULUNDUĞU İLİN, İLÇENİN, MAHALLENİN, ÇEVRENİN VEYA KÖYÜN BİLİNCİNDE MİYİZ?
Çoğu zaman bilincinde olduğumuzu söyleyemem, kimi öğretmen arkadaşlarımın ön yargıları da ne yazık ki eğitim öğretimimizi olumsuz olarak etkilemektedir. Hatta kimi öğretmen arkadaşlarımın şok, travma yaşadıklarını da biliyorum. Örneğin çocukluğunuz, gençliğiniz milliyetçi bir ailede veya çevrede geçmiş. Türk’ten başka bir halkın bu ülkede yaşadığını bilmiyorsunuz. İlkokul öğretmeni olarak tayininiz Hakkâri’de bir köye çıktı. Sizden başka Türkçe konuşan yok. Ne hissedersiniz? Ben size söyleyeyim: Yabancı bir ülkede olduğunuzu. Çünkü bunu yaşayan öğretmen arkadaşlarım var.
Ben kendim de ilk matematik öğretmenliğimi 1976-1977 eğitim-öğretim yılında Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde yaptım. Elektrik yok, karda kışta mezardan gelen öğrencilerim vardı. Sabahleyin namaz vakti yola çıkıp okula geliyor, sırılsıklam, kalorifer yok, soba yanıyor çocuklar ısınıyor, akşam tekrar köye, mezraya gidiyor. Ve bunlar Kürt çocukları. Sınıfta, teneffüste çok güzel kendi ana dillerini, Kürtçeyi konuşuyorlar. Türkçe cümle kurmada zorlanıyorlar.
Öğretmen olarak bu çocukların mı yanında, yoksa devletin yasakçı, asimilasyoncu politikasının yanında mı olacaksınız?
Ben kendi adıma çocukların yanında oldum.
Kıssadan hisse: Ana dilde eğitim Kürt çocuklarının hakkıdır. Bu sorun hepimizin sorundur. Hatta bir insanlık sorunudur.
Aynı sorunları Ergani Dicle Öğretmen Lisesi'nde de yaşadım. Burası, eski Köy Enstitüsü, sonradan Öğretmen Okulu ve Öğretmen Lisesi olan bir okul.
İstanbul/Maltepe/Küçükyalı’da Suzan Ahmet Yalkın Orta Okulunda Çingen çocukların okula gelmesi, sınıflarda, diğer öğrenci ve velilerin tepkisi ile karşılandı. Çingen öğrencilerimi sahiplendim.
İstanbul/Kadıköy'de Fikirtepe'de Arif Paşa/Hüseyin Ayaz Orta Okulunda fakir ve şiddet düşkünü ailelerin çocuklarını 10 yıl okuttum. Öğretmenliğimin en verimli yıllarıydı. Çok iyi çocuklar yetiştirdik. Ve orda şunu gördüm:
Suç işleyen çocukların aileleri genellikle yoksul ve çok çocuklu aileler. Ailede geçimsizlik ve şiddet hat safhada. Ailede uygulanan disiplin ya çok sert ya da gevşek. Ceza, çocuğa ve anneye dayakla başlıyor. Baba suç işlemeye yatkın. Çocukları da dayak ye ye dayağı kanıksamış ve şiddete yatkın. Anne sevgisinin az olduğu ailelerde çocuk mutsuz, ya içine kapanık, ya da şiddet düşkünü. Anne babanın birbirlerine karşı saygı ve sevgisi olan ailelerin çocuklarında da sevgi ve saygı kendini gösteriyor.
Şuraya varıyoruz: "Suçlu çocuk yoktur, suçlu anne ve baba vardır".
Sonra İstanbul/Göztepe'de İstanbul'un hatta Türkiye'nin en kaliteli okulunda dört yıl çalıştım. Buradaki öğrenci ve veli profili tamamen farklıydı. Velilerin %96'sı üniversite mezunu ve anne baba çalışıyor. Çocukların ve velilerin beklentileri farklı farklı idi, genellikle aileler, çocuklarının değil kendi hayallerinin olmasını istiyordu.
Bu yaşadıklarımı neden aktardım?
Öğrencilerinizi tanımanız için.
Öğretmenlik buradan başlar.
DEVAM EDECEK.