Ödüllü, kaliteli, edebi değeri olan kitapları okumayı seviyorum. Yakın zamanda okuduğum iki kitap beni hayli etkiledi. Dostlarımın, arkadaşlarımın ve okuyucularımın özellikle bu iki kitabı okumalarını isterim.
Birincisi roman, Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği romanı, hiç de yabancısı olmadığımız, bir kurtarıcının nasıl canavar bir diktatöre dönüştüğünü; diktatörün ölümü ile en azılı yalaka/ yandaşlarının hızlıca yeni rejime nasıl ayak uydurduklarını, tiksinerek okuyabilirsiniz. “Teke Şenliği, 31 yıl Dominik Cumhuriyeti'nde hüküm süren ve bu süreçte yaklaşık 50.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan Diktatör Rafael Trujillo, namı diğer Teke'nin iktidarı süresince uygulamalarını” anlatıyor.
Her yıl Birleşmiş Milletler kararı ile 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kutlamaları da; Minerva, Maria ve Patria Mirabal kız kardeşlerin “eli sopalı” Trujillo yandaşları tarafından hunharca öldürülmelerinin unutulmaması anısına alınan karar nedeni ile kutlanılmaktadır.
Mirabal kardeşlerin hayatını anlatan Kelebekler Zamanı filmi de var. İzleyebilirsiniz.
İkinci eser, “2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ilk eseri ve kurduğu türün ilk örneği sayılan Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen çok güçlü bir sözlü tarih çalışması…” Roman okur gibi okuyabilirsiniz. Dili çok sade ve rahat. İkinci Dünya Savaşı’na katılan bir milyon Sovyet kadın veya genç kızlardan, ulaşıla bilinenler savaşın değişik cephelerinde yaşadıklarını, yıllar sonra canlı olarak anlatıyorlar. Şuna dikkatinizi çekmek isterim; insanlık tarihi boyunca yapılan tüm savaşlarda, en fazla savaşa katılan kadın sayısı, İkinci Dünya Savaşı’nda bir milyon kadın/kızla Sovyet kadınlarına/kızlarına aittir. İnsanlık bu savaşı öyle kolay kazanmadı. Bu savaşın kazanılmasında Sovyet kadınlarının, emeği, fedakarlığı, cesareti ve kanı çok fazladır. Büyük bedeller ödenerek bu savaş kazanıldı. Onlara insanlığın büyük bir borcu var. Onlara minnettarız, unutmayalım!
Svetlana’nın kitabında geçen gerçek iki olay, bir erkek olarak beni çok düşündürdü ve etkiledi. Duygu yoğunluklu bir kitap. Zaten olmaması da mümkün değil. Savaş ve gencecik kadın/kız askerler. Hayatla ölüm arasında saniyeleri yaşamak. O iki olayın anlatıldığı bölümleri siz okuyucularımla paylaşmak istedim.
İkinci Dünya Savaşı’na katılan kadın bir askerin yazarla 1980’lerde telefonda konuşması; “Bir keresinde bir kadın (pilot) benimle buluşmayı reddetmişti. Şöyle açıklamıştı telefonda itirazını: ‘Yapamam… Hatırlamak istemiyorum. Savaşta üç yılım geçti… Üç yıl boyunca kendimi kadın gibi hissetmedim. Bünyem donup kaldı. Âdetten kesildim, kadınsı arzularımı neredeyse tümden yitirdim. Güzeldim oysa…Müstakbel eşim bana evlenme teklif ettiğinde… Sonradan yani, Berlin’de, Reichstag’ın önünde…Şey demişti: ‘Savaş bitti. Şanslıymışız, hayatta kaldık. Evlen benimle.’ Ağlamak istemiştim. Bağırmak. Vurmak ona! Ne evlenmesi? Şimdi mi? Bütün bunların ortasında mı? Şu kara isin, kara kara tuğlaların ortasında…Baksana bana, ne haldeyim! Önce kadın kıl beni: Çiçek al, kur yap, güzel sözler söyle. Öyle istiyorum ki bunu! Öyle bekliyorum ki! Az kalsın vuracaktım ona…Vurmak istemiştim…Tek yanağı savaşta yanmıştı, kıpkırmızıydı; nasıl baktıysam, anlamış içimden geçeni, o yanağından yaşlar süzülüyor. Taze yaranın üstünden… Kendim de inanamadım söylediğime:’Tamam’, dedim ‘evlenelim.’
Sevgili okuyucu, sevgili erkekler, bu anlatılanı bir filim sahnesi gibi gözünüzün önünde canlandırın derim; kadın ve kadınsı olmanın, ayrıca savaşın ne olduğunu anlamaya çalışalım lütfen! Görüldüğü gibi savaşın kazananı olmuyor. Savaş kazanılsa da insanları ne hale getirdiği ortada değil mi? Başka söze gerek var mı?
Devam edelim, ikinci olay, başka genç kadın/kız bir asker anlatıyor: “Nöbetçi olduğum gecelerden birinde ağır yaralıların koğuşuna uğramıştım. Bir yüzbaşı yatıyordu… Doktorlar, gece öleceği konusunda uyarmıştı beni. ‘Sabaha çıkmaz,’ demişlerdi… ‘Söyle’ dedim ona, ‘senin için yapabileceğim bir şey var mı?’ Hiç unutmam… Birden gülümsedi, perişan yüzünde aydınlık bir tebessüm belirdi: ‘Gömleğinin önünü açsana…’ dedi. ‘Bana göğsünü göster… Karımı görmediğim o kadar çok oldu ki…’ Ne yapacağımı şaşırdım, daha kimseyle öpüşmemiştim bile. Bir şeyler söyledim cevaben. Kaçtım yanından, bir saat sonra döndüm. Ölmüştü. Yüzünde hâlâ o tebessüm vardı…”
Kadın ve erkekler olarak, erkek olmanın da ne olduğunu anladık mı şimdi? Hele de bir erkek için dara düştüğü zaman hastalıkta, yaşlılıkta; özellikle cezaevinde ve savaşta ölüm anında; kadın gülüşünün, yumuşak kadın sesinin ve güzelim kadın bedeninin ne anlam ifade ettiğini anladık mı?
Biliyorum, ne yazık ki anlamayan erkekler, çevremizde çok fazla!
Halimiz böyle iken kadınların kıymetini bilmeyen, onlara değer vermeyen, onları anlamayan erkeklere ne demeli ne yapmalı bilemiyorum!
Düşünün ve cevabını siz verin.
Atış serbest!
İnsanı ve hayatı anlamak ne kadar önemli. Hayatın ne kadar güzel olduğunun yaşarken günlük hengâme içinde farkında değiliz. Zor dönemlerde cezaevi, hastalık ve ölüm esnasında bunun farkına varıyoruz. Oysa hayat o kadar güzel ki!..
Kardeşim Şadan hocanın hayatın güzelliğinin minik bir parçasını anlatan şiiri ile yazımı bitireyim.
ARALA PERDENİ
Ey güzel dilber,
Hafif arala perdeni,
Göreyim güzelim yüzünü.
Göreyim ki yüzünü,
Gönlüme bahar,
Bedenime enerji, coşku gelsin.
Bak!
Doğa ana salmış, baharla güzelliğini, yemişini, üretkenliğini, doğurganlığını tüm mahlukata;
Ey dilber,
Arala perdeni,
Çıkar karanlıktan aydınlığa yüzünü,
Sal göğsünü pencereden bahar gibi,
Ben de neşe ile besleneyim:
güzel kokunla,
ak göğsünle.
Besleneyim, bahar gibi kokan,
kadınsı kokunla.
Yaşamın kaynağı doğa ana ise,
Benim yaşam kaynağım sensin ey güzeller güzeli dilber.
Şadan Üzülmez
26/04/2024
Kıyıkışlacık/ Milas/ Muğla