Başlıkta geçen ‘milliyetçilik’ ve ‘evrensellik’ kavramlarının soyut düzlemde düşünüldüğünde birbiriyle tezat teşkil eden kavramlar olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu iki kavramdan bahsetmek istememin nedeni bu karşıtlık değil. Buna rağmen ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatta birbirini tamamlayan işleve sahip olmaları. Immanuel Wallerstein’in Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık[1] adlı eserinde bu işleve değiniyor.
Milliyetçiliğin burjuvazinin menfaatlerine hizmet eden bir ‘ideoloji’ olduğu sık vurgulanan bir gerçekliktir. Söz konusu ideoloji sermaye sahibi sınıflarla, orta ve alt sınıfların ortak bir noktada buluşmalarına, böylece toplumsal rızanın üretimine hizmet eder. Ulusal devletlerin ortaya çıktığı dönemlerde sermaye ve yönetici sınıflarının alt sınıfları mobilize etmeleri bakımından önemli bir işlev görmüştür. Ancak Wallerstein tarihsel kapitalizm açısından başka bir işlevine dikkat çekiyor. Milliyetçilik ve onun ırkçı yorumları alt sınıfların (proletaryanın) yeniden üretimi açısından hayati bir işleve sahiptir. Bazı etnik grupların aşağılanması ya da ırkçılığa maruz kalması aynı zamanda toplumun ana gövdesinden ayrılması ve bu ayrılığın süreğen hale gelmesi demektir. Böylece söz konusu etnik, dini vb. bazı grupların proleterleşmesi ve bunun her nesilde yeniden üretilmesi mümkün hale gelir. Bu ise “millet” ya da “etnik grup” denilen kategori ile “sınıf” kategorisinin eşanlamlı hale gelmesi demektir. Gerçi çok daha erkenden orta ve doğu Avrupa başta olmak üzere bazı yerlerde bazı sınıflarla etnik grupların birbiriyle özdeş olabileceğini milliyetçiliğin kuramcılarından Çek tarihçi Miroslav Hroch[2] dikkat çekmişti. Ama ben Osmanlı tarihi üzerinden bir örnek vereceğim. Osmanlı İmparatorluğu’nda Balkanlardaki köylü isyanları XIX. yüzyılda kolayca milliyetçiliğe evrilmiştir. Bunun önemli bir temeli vardır. Çünkü Bulgarlar gibi Hristiyan topraksız veya küçük toprak sahibi köylüler, büyük çiftlik sahibi Müslüman-Türk toprak sahiplerine isyan etmişlerdir. Görüldüğü gibi büyük toprak sahibi gruplarla topraksız köylüler arasındaki sınıf çatışması etnik grupların çatışmasına dönüşmüştür.[3] Benzer bir etnik konumlanma durumu Almanların üst sınıfı teşkil ettiği Baltık bölgesinde de vardı.
Özetleyelim. Wallerstein kapitalist sitem içinde milliyetçi ve ırkçı ideolojinin bazı etnik, dinî vb. grupları ayrıştırarak proleterleştirmesine hizmet ettiği tespitini yapıyor. Ki bu onun “modern dünya sitemi” dediği sistemin sürekliliğini sağlayan önemli araçlardan biri olması hasebiyle önemli.
Evrenselliğe gelince dünya sistemi içinde meritokratik (liyakate dayalı) sistemin sürekliliğine, bu da nihayetinde kapitalist sistemin kendini yeniden üretmesine hizmet eder. Evrensellik ‘bilimsel kültür’ üzerinden ifade edilmektedir. Böylece hem teknolojik yenilikler teşvik edilmekte ve verimlilik için ayak bağı olan engellerin sert önlemlerle ortadan kaldırılması meşrulaştırılmaktadır. Bilimsel kültür kapitalizmin ihtiyaç duyduğu kadroların meritokratik sistem içinde oluşturulması ve toplumsallaşmasını da sağlar. Bu sistem bir taraftan alt sınıfların bireysel olarak dikey haraketliliğini mümkün hale getirirken, diğer taraftan meritokratik hiyerarşiyi de güçlendirmeye hizmet etmektedir. Evrenselcilik serbest bir ideoloji değil, dünya sistemi içinde tarihsel kapitalizm için egemen sınıfların biçimlendirdiği bir ideoloji olmuştur. Bu koşullar altında tarihsel kapitalizm evrenselcilik ve ırkçılık arasındaki gelgiti kaçınılmaz kılmıştır.
Bu bilgileri geri çağırmamın nedeni son günlerde okuduğum Enzo Traverso’nın Devrim: Entelektüel Bir Tarih[4] adlı eserinde bazı satırların dikkatimi çekmesi. “Sömürgecilik Karşıtlığı” başlıklı kısımda anlatılanlar bu perspektiften bakıldığında çok önemli. Traverso’nun ifade ettiğine göre bütün XIX. yüzyıl boyunca ‘sömürgecilik karşıtlığı’ nerdeyse ortadan kaybolmuştu. Batı ülkelerinde tüm solcu (sosyalist/komünist) partilerinde Avrupa’nın “uygarlaştırıcı misyonunu” (siz ‘sömürgecilik’ olarak okuyun) savunan güçlü akımlar vardı. Almanların Namibya’da Hererolara yaptığı soykırım gibi aşırıya kaçan eylemler kınansa da sömürgeci faaliyetler kınanmıyordu. Sömürgelerin kurtuluşu Avrupa ve ABD’nin sosyalist dönüşüme uğramasından sonraya erteleniyordu. İkinci Enternasyonal 1907 Stuttgart Kongresinde sömürge ilkesini savunan bir maddeyi onaylamıştı. Sosyalist düşünürlerin çoğu sömürgeciliği bir ilerleme yöntemi ve barışçı araçlarla yerine getirilmesi gereken uygarlaştırıcı bir eylem olarak görüyorlardı. Üç sene önce Amsterdam Kongresinde birkaç Amerikalı Hollandalı ve Avusturalyalı sosyalist ‘Çinlileri hem de Zencileri’ isim olarak anarak ‘aşağı ırklardan işçilerin’ gelişmiş ülkelere kısıtlanmasını isteyen bir karar tasarısını gündeme getirmişlerdi. Ekim Devrimi’nden (1917) sonra Bolşevikler bu gelenekten köklü biçimde ayrıştılar. Ancak batı dünyasında 1945’ten sonra dahi sömürge karşıtlığı bir tarafa bırakılmadı. Örneğin Fransız Komünist Partisi 1945’te Cezayir’de 1947’de Madagaskar’da çıkan sömürge karşıtı isyanları şiddetle bastıran koalisyon hükümetine katılmıştı. Keza Cezayir Savaşı’nın başlangıcında da Başbakan Guy Mollet’i desteklediler.[5]
Bu durum batı dünyasında komünist ve sosyalist hareketlerin kapitalist sistem içinde nasıl dönüştüklerini göstermektedir. Bir başka tabirle bu dönemin başat ideolojilerinden milliyetçilik ve ırkçılık batı dünyasında sol hareketleri dahi dönüştürmüştür. Kapitalist dünya sistemi bu şekilde toplumu/toplumları kendi varlığını sürdürebilmek için ayrıştırmaktadır. Ama diğer taraftan aydınlanma ve bilimsel kültür üzerinden evrensel bir dünya tasarımını savunmaktadır. Bu ikisinin de sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan dünya sisteminin kendi varlığını yeniden üretmesine hizmet ettiğini tekrar açıklamaya gerek yoktur sanırım.
Gelelim günümüze. Başta batı dünyasında olmak üzere aşırı milliyetçi, ırkçı ve xenofobik (yabancı düşmanı) partiler yükselirken sol partilerin erimesini de bu perspektiften değerlendirmek yerinde olur. Ne var ki bugün Batı dünyasında artık ötekileştirilen ve ayrıştırılanlar içeriden gruplar değil, dışarıdan gelen göçmenler ve mültecilerdir. Bu durum bir göçmen ülkesi olarak kurulmuş olan Amerika Birleşik Devletleri için bile geçerlidir. Kapitalizmin ayrıştırıcı mantığı böyle çalışır. Bu durum evrensellik ilkesinin işlerliğini zora sokacağı düşünülebilir. Ancak toplumun genelini ortada bir çelişki olduğuna ikna edebilmek için salt öznel menfaatlerinden daha geniş bir perspektifle bakmaları gerektiği açıktır.
Tabi tasvir edilen gerçeklik sadece batıya özgü değil. Başka ülkeler ve bu arda Türkiye için de geçerli. Suriyeliler ve Afganlar gibi göçmen ve mültecilere karşı köpürtülen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, buna karşın hiçbir tedbir alınmadan ‘din kardeşiliği’nden dem vuran ve yeni mülteciler kabul etmeye istekli bir hükümet. Bu siyasal tercihin arkasındaki erek din kardeşliği mi, yoksa ucuz işgücü ihtiyacı mı?
Sözünü ettiğimiz gelişmeleri ideolojilerin sürekli gözümüze sokulan gözlükleriyle değil, Wallerstein’in “tarihsel kapitalizm” analizinden mülhem ‘kapitalizmin ihtiyaçları’ açısından bakmaya çalıştım. Böyle bir gözlükle başta göçmen/mülteci meselesi olmak üzere bugünün meselelerine dair görünen manzara bu.
[1] Çev. Necmiye Alpay, Genişletilmiş 6. Basım, İstanbul, Metis, 2012, orijinal ilk baskı 1983
[2] Avrupa’da Millî Uyanış, Çev. Ayşe Özdemir, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012
[3] Bu gerçekliği tespit eden Tanzimat ve Bulgar Meselesi (1942) başlıklı doktora tezinde rahmetli tarihçi Halil İnalcık’tır.
[4] Çev. Osman S. Binatlı, İstanbul, Ayrıntı, 2024
[5] Aynı eser, s. 355-361