14 Mayıs günü saat 17.00 gibi Diyarbakır Havaalanından dışarı çıktım. Havaalanı önünde belediye otobüsü yoktu. Bir taksiye yöneldim ve şehir merkezine, Dağkapı'ya kaç liraya götüreceğini sordum. Taksici şehir merkezine 20 TL'ye götürebileceğini söyledi. O anda elinde ufak bir valiz olan bir genç gözüme ilişti. Yanaştım. Şehir merkezine gidecekse müşterek taksi tutabileceğimizi söyledim. Konuşmaya başladı, ama ben çok kıt Kürtçem ile konuşmadan hiçbir şey anlamadım. Genç, yanında bulunan başka birine bu ne diyor der gibi bir şeyler anlattı. Yanındaki kişi "Ne diyorsun?" diye sorunca, taksi ücretinin 20 TL olduğunu, müşterek tutup ücretin yarısını benim, yarısını da kendisinin verebileceğini söyledim. Genç başını sallayarak onayladı ve taksiye bindik. Taksiye binince sigara çıkarıp ikram etti ve sonra da Irak Pasaportu'nu gösterip "Diyarbakır'a, Kürdistan'ın başkentine hoş geldin" dercesine "Hewlêr, Hewlêr" demeye başladı. Anladım anlamında başımı salladım. Meğer Kürtçenin Sorani lehçesinde konuşuyormuş.
Dağkapı'ya varınca ilk işim bir ciğerciye gitmek oldu. Özlem ve iştahla ciğerleri mideye indirip bir güzel karnımı doyurdum. Sonra ciğerciye yakın olan Yeni Yurt gazetesine uğradım. Ciğer üstüne çayı burada içtim. Gazetenin Genel Yayın Danışmanı ibrahim Evirgen'le hal hatır sorup hasret giderdik. Ergani'ye gitmek için kalktığımda, bu gelişimi kabul etmediğini ve mutlaka bir daha beklediğini ısrar edince bir kez daha geleceğimin sözünü vererek yanından ayrıldım. Seyrantepe'ye gidip minibüslerden birinin ön koltuğuna oturarak Ergani'ye gitmek için yola çıktım. Akşam 20.00 gibi Annemin yanına vardım. Beni görünce çok sevindi: Boynuma sarıldı: Öptü kokladı, kokladı öptü.
15 Mayıs sabahı annem ve Yahya amcamla birlikte güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra annemin oturduğu eve yakın, Çiftpınar yolu üzerinde bulunan "Üzülmez Aile Mezarlığı"na gittim. Babam ve diğer aile büyüklerimin mezarlarını ziyaret ettim. Sonrasında Annemin bahçesine gittim. Kardeşim Şadan'ın diktiği güller arasında hayranlıkla gezindim. Biraz da Şadan'ın "Korkak" isimli kocaman Kangal kırması köpeği ve taklacı güvercinleriyle oyalandım. Burada kuşçuluğun tarifi zor, emeği çok, seyri büyüleyici bir merak olduğunu, havada olan kuşun sahibinin olmadığını öğrendim. ilçe merkezine uğramadım ve hiç kimseyle görüşmedim. Kafamı dinledim.
Güzellik, görenin gözündedir. Bahçe çok güzeldi. Baharın yeşilliği her tarafı kaplamıştı. Mayıs ayının yüzü suyu hürmetine bahçede var olan bütün güzellikler çiçeklenmişti. Bahçe renklerin gökkuşağıydı sanki. Güneş ışıklarının bir oyunu değil de, renkler gerçeğin ta kendisiydi. Kelebek ve arıların renklerle dans edişleri ve renklerin yapraklara ve güllere taç oluşu insanı farklı dünyalara götürüyordu. Gölgede kuşların sesini dinlemek, güller arasında gezinip renk ve kokularından sarhoş olup hayranlıkla eşsiz güzelliği yaşamak insanı çok güzel duygulara uçuruyordu, zamanı unutturuyordu. Kaldığım süre içinde zaman zaman yanımda getirdiğim öykü kitaplarını okudum, zaman zaman da yazmam gereken yazıları yazdım.
16 Mayıs günü Ergani'de Sezai Karakoç Müzesi'nin açılışı vardı. Eski Hükümet Konağı restore edilerek Sezai Karakoç Müzesi ve Kültür Evi'ne dönüştürülmüş. Resmi açılış yapıldı. Sonrasında Eski Dicle Öğretmen Okulunda, yeni adıyla Ergani Anadolu Öğretmen Lisesi'nde "Sezai Karakoç Sempozyumu" yapıldı. Hem müzenin açılışından ve hem de sempozyumdan haberim vardı. Davetli olmadığımdan ve de bu tip toplantılarda işim olmayacağından açılışa da sempozyuma da gitmedim. Bana anlatıldığına göre devlet memurları ile cemaatçilerin "devlet şemsiyesi" altında yaptıkları bir açılış ve sempozyum olmuş, yani kendileri çalıp kendileri oynamışlar ve bir birilerine de çok yakışmışlar. Müzenin açılışında ve sempozyumda konuşmacı olarak hiçbir Diyarbakırlı ve Erganili yazarın yer almaması garipsenecek tutum, Erganililere yapılan büyük bir ayıptır. Ne demişler? Memur masayı derviş asayı sever. Hiç kimse bu ikisinden de hayır beklemesin.
Sezai Karakoç devlete, devletin kurumlarına hep mesafeli, saygın bir duruşu olan şairimizdir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 2011 yılında verdiği ödülü almaya bile gitmemiştir. Kültür Bakanlığının ve başka devlet kurumların vermiş olduğu ödüller nedeniyle düzenlenen hiçbir törene şimdiye kadar hiç katılmamıştır. Şairimizin "devlet şemsiyesi" altında adına sempozyum düzenlenmesi ve Erganililerin, Diyarbakır ve Erganili yazarların bu sempozyumdan uzak tutulmaları en başta şairimize saygısızlıktır. Ama konuşmacılar içinde çok ilginç isimlerde vardı. Örneğin Ali Ural. Zaman gazetesi köşe yazarı. Bu zatın Sezai Karakoç'la ne alakası var? Sezai Karakoç'la ilgili kaç kitap ya da köşe yazısı yazmıştır şimdiye kadar? Benim bildiğim yok. O zaman davet edilişindeki maksat ne? Fethullahçı diye mi çağrıldı yoksa? Konuşmacılardan şair Haydar Ergülen rahatsızlanması nedeniyle sempozyuma katılmamıştır. Haydar Ergülen, devlet yağcılığının ve cemaat propagandacılığının kokusunu aldığı için mi "rahatsızlandı" acaba? Bilmiyorum. Görmediğim ve izlemediğim bir şey hakkında fazla bir şey de yazmakta istemiyorum.
Ben, açılış ve sempozyumun olduğu gün arkadaşım Terzi Ekrem (Korkusuz)'in dükkânına gittim. Fedakâr ve vefakâr dostumla hasret giderdim. Burada Abdurrahman Demir, Mehmet Yılmaz, Mehmet Şah Özgül, isa Polat, Şeyhmus Özdemir gibi birçok arkadaşla sohbet ettim. "Çözüm Süreci" ilgili görüş alışverişinde bulunduk. Abdurahman Demir'den değerli dostum ve Diyarbakır 5 Nolu'da tutukluyken avukatım olan Av. Erdinç Uzunoğlu'nun pankreastan kötü bir hastalığa yakalandığını öğrendim ve çok üzüldüm. Duymamışım gibi, Av. Erdinç'i teflonla aradım. Hastalığını kendisi söyledi ve moralinin iyi olduğunu, hastalığın kontrol altına alındığını, bir hafta sonrada Ankara'ya bir tıbbi operasyon için gideceğini söyledi. Sevgili vefakâr dostuma şifalar diliyorum.
17 Mayıs'ta kardeşim Şadan'la Makam dağına geziye çıktık. Şadan daha önceden yerini keşfettiği Makam'ın sembollerinden olan ilginç bir kaya bülbülü yuvasını gösterdi. Bülbül, yuvasını Makam yolunun azıcık üstünde bir kayanın kovuğuna yapmıştı. Yuva huni biçiminde yapılmış, kayanın renginden toprakla sıvanmıştı. Kayaya tutturulduğu yerde çapı 30 cm kadardı, giriş deliği ise 5-6 cm kadardı. Şadan yuvada yumurtaların olduğunu ve yakında yavruların yumurtalardan çıkacağını söyledi. Yuvanın birkaç fotoğrafını çektikten sonra, daha fazla rahatsızlık vermemek için uzaklaştık.
10 Mart 2005'te Ergani Söz gazetesinde yazdığım "Makam, Makam Çiçeği ve Bülbül" başlıklı yazımda bu güzel doğa harikası kaya bülbülleri için şunları yazmıştım:
"Makam'ın diğer bir başka özelliği de, Makam'da, her şeyi yanarak deneyen; aşkı, ateşe koşarak pervaneden öğrenen ötüşü güzel bülbüllerin yetişir olmasıdır.
Makam'ın bülbülleri hiç susmak nedir bilmez. Bu bülbüller, dut yiyen bülbüllerden değildir. Yaz kış, her mevsim öterler. Ben bunu Makam'da, bu kutsal topraklarda, bu dağ ve dağın eteklerinde güllerin olmayışına yoruyorum. O, sevdasını anlatacak gül, üzerine konacak gül dalı aramaktadır. O, sevgilisini kaybetmiş aşk-ı perişandır. Böyle olmasa, bu bülbüller bu kadar yanık ve de üstelik her mevsim neden ötsünler?"
Yanık yanık öten bu kaya bülbülleri, edindiğim bilgilere göre şimdi Makam dağı eteklerine dikilen fıstık ağaçlarındaki fıstıkları delip iç kısımlarını yedikleri için fıstık ağaçları sahiplerince yuvaları dağıtılıyormuş ve ateşli silahlarla öldürülüyormuş. Bu nedenle sayıları çok çok azalmış. Yazık.
Bülbül yuvasını inceleme faslı bitince Makam dağında Türbe'nin kuzeyinde bulunan Yukarı Suluk'taki sarnıcı gezdik. Kayalarda öten bülbüllerini dinledik. Sarnıç harabeydi. Restore edilse, görsel cazibesi ortaya çıkar ve güzel turistik bir uğrak yeri olur diye düşünüyorum. Sarnıç gezimizi bitirince Türbe'ye gittik. Türbenin içini dışını gezdik. Sarnıçta ve türbede fotoğraflar çektik. Tesadüfe bakın ki, türbenin bekçisi benim Diyarbakır'da Rakı Fabrikası'nda çalıştığım dönemde çalışan bir işçi arkadaş çıktı. işçim Yusuf'la sarılıp hasret giderdik. Yaptığı demli çayları içtik. Makamın zirvesinde kız belli ince cam kristal bardaklarda demli sıcak çay içmenin keyfide bir başka oluyor. Benden demesi.
18 Mayıs günü Çermik'e gittim. Doğrudan akrabam Kamber Sümbül'ün dükkânına uğradım. Çaylar içildi, karşılıklı hal hatır soruldu. Kamber kendisine satış için bıraktığım 100 adet Yazılı Belgelerde ÇERMiK kitabından ancak 45 tanesinin satıldığını üzüntülü bir şekilde söyledi. Kalkarken satılan kitapların parasını verdi. Teşekkür ettim. Kamber'e belli ettirmedim, ama canım çok sıkıldı. Koskoca bir ilçede ve örneğinde tek olan bir kitabın sadece 45 tane satılması içler acısı, tam facia. Kadim bir ilçede kitaba olan bu ilgisizlik düşündürücü. Gözlerini kitaplara kapatanlar karanlıkta kalacaklarını bilmiyorlar mı? Ankara'daki Çermikler Derneği'ne de bu kitaptan 100 adet göndermiştim. Aldığım haberlere göre dernekte de kitap ancak 14 adet satılmış. Ne diyelim, demek insanlarımızın mantalitesi bu!
19 Mayıs günü saat 14.00 de Sedat Eroğlu'nun hazırlamış olduğu Gülbaran'ın Gülleri kitabının Sezai Karakoç Müzesi ve Kültür Evi'ndeki tanıtım ve imza gününe katıldım. Toplantı müzenin arka bahçesinde yapıldı. Tanıtıma katılım çok çok azdı. Erganili yazar ve şairlerden Sedat Eroğlu, isa Tekin, Resul Üstun, Huneyn Kaygusuz, Hadi Çakmak, Fırat Kaplan Müslüm Üzülmez vardı. Ayrıca Ergani Haber gazetesinden Esat Taştekin ve Murat Babacan, Ergani Söz gazetesinden Zülküf Aydın ve Ekrem Sanver ile Sedat Eroğlu'nun annesi, kardeşleri ve 20 kadar da kitap meraklısı vardı. Sedat Eroğlu yaptığı konuşmada katılımın az olmasından dolayı tanıtımı "hüsran" olarak nitelendirdi. Sonrasında ben, isa Tekin ve Resul Üstün kısa birer konuşma yaptık. Sedat Eroğlu'na moral vermeye çalıştık, kitaba olan ilgisizliği kınadık. Tarih bilincinin oluşması için bu türden yapılan çalışmaların kıymetinin bilinmesi gerektiği üzerinde durduk. Böyle olmamalıydı. Gülbaran'ın güllerine ne oldu diye sormalıyız. Sedat Eroğlu arkadaşımız çokça davetiye dağıtmıştı, dükkânların camlarına afişler yapıştırmıştı. Telefonla birçok kişiye haber verip çağırmıştı. Mevlana'nın bir deyişini biraz değiştirerek söylersem, bizler, sağırlar mekânında gazel mi atıyoruz, yoksa körler çarşısında ayna mı satıyoruz? insanlarımızın kitaba olan ilgisizliğinin nedeni üzerinde biraz kafa yormalıyız.
Kitap tanıtım toplantısı bittikten sonra, akşamüzeri gazeteci Esat Taştekin ve bazı arkadaşlarla birlikte Hilar kayalıklarına gittik. Kayalardan esen kır çiçeklerinin kokusunun sarhoşluğunda güneşin batışını izledik. Yedik, içtik ve eğlendik. Bolca sohbet ettik. Sonrasında Esat beni arabasıyla eve bıraktı.
20 Mayıs günü Ergani Haber ve Ergani Söz gazetelerini ziyarete gittim. Ziyaret esnasında gazeteci arkadaşlardan Esat Taştekin, Murat Babacan, Zülküf Aydın ve Ekrem Sanver'le sohbetler yapıldı. Çay ve sohbet faslından sonra fotoğraflar çektirildi. ilerde yapacağım çalışmalarda kullanmak için, gazeteci arkadaşların arşivlerindeki fotoğraflardan birer seçki oluşturup flaş diske (harici belleğe) yükledim. Arkadaşlarıma teşekkürlerimle birlikte buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
21 Mayıs 2013 günü kardeşim Ali Haydar'ın sevgili eşi Makbule'nin vefatını öğrendim.
Sızı yürekten gelir. Dudaklarımın titremesiyle, gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya başladı. Gezi ve izlenimlerim sonlandı. Sarsıldım. Oysa daha Ergani'ye gelmeden, 12 Mayıs'ta Makbule'yi görmeye gitmiş, amansız hastalığa karşı direnmenin gerekliliğinden konuşmuştuk.
Hastalığı süresince Makbule ve Ali Haydar çektikleri sıkıntıları, katlandıkları acıları çevrelerine hiç yansıtmadılar. Sürekli, örnek olabilecek şekilde yaşama bağlı oldular. Bu davranışları sayesinde, Makbule, o sinsi hastalığa karşı 9 yıl direnebildi ancak. Sonra dayanamayıp meleklerin kanatlarında gökyüzünün maviliklerine uzandı.
Sevgili Kardeşim Ali Haydar,
Makbule'yi kaybetmek başta sen olmak üzere, Helin ve Can için oldukça acıdır ama senin bilinçli yaşama direncin, bu acının üstesinden gelecek ve yaşama bağlı davranışların onlara örnek olacaktır.
Sevgili Makbule ışıklar içinde yatsın. Sevgiyle anıyorum.
Seni, Helin'i ve Can'ı öpüyorum.
Aben Müslüm
23 Mayıs 2013-Ergani/Diyarbakır