Advert
Asimilasyon Bitti, Ama...
Müslüm Üzülmez

Asimilasyon Bitti, Ama...

Asimilasyon politikalarını uygulamamak, asimilasyonun sonuçlarını kendiliğinden ortadan kaldırmayacaktır. Asimilasyoncu ve inkarcı endoktrinasyonun yetiştirdiği nesiller, ürettiği tezler, algılar, anlayışlar

Bu içerik 6924 kez okundu.
Abdurrahman Üzülmez
 
iş arkadaşlarımla sohbet ediyorduk. Bir soru üzerine gündemde bulunan “Türk” kimliği ve kavramı konusu açıldı. Sohbet ettiğimiz arkadaşlar tarih okumuş biri olarak bu sordukları sorunun cevabını öncelikle benden bekliyorlardı. Bu çerçevede benim konu hakkında çok az bilgisi olanların dahi bildiği bir şeyi ifade ettim. Osmanlı dönemine ait bir çok belgede Türk, etnik bir anlama ifade etmediği gibi, “kaba, göçebe vb.” anlamlarla anılarak aşağılanıyordu. Gerçi aynı şey göçebe Kürt ve Arap (Bedevi) için de söz konusuydu. Daha önce kulak misafiri olan arkadaşlarımdan biri söze karıştı. Bunun sonucunda gelişen diyalogda bir türlü bu basit gerçeği anlatamadım. Bu durumda arkadaşımın bilmesi gerektiği halde bu basit bilgiyi bilmemesinden dolayı suçlayabiliriz belki. Bundan daha ilgincine ise bir profesörün hatıralarını okurken farkına vardım. Profesörümüz çocukluğunda Giritli komşularının Rumca konuştuklarından bahsettikten sonra şöyle diyor “[Giritli komşularının Rumca konuştukları öğrenince onların ] Türkçesi’nin de Rumların konuşmasındaki telaffuz farkına benzediğine dikkat ettim. Giritli Türklerin neden Rumca konuştuklarını da hala da anlamış değilim.” (Orhan Okay, Balat, istanbul, Heyemola Yayınları, 2009, s. 88) XIX ve X X . y ü z y ı l Türk edebiyat tarihi konusunda çalışmış bir profesörün sosyal tarihe ilişkin bir çok eserde ulaşabileceği basit bir bilgiden habersiz olduğu görünüyor. Rumca konuşan Giritlilerin “Türk” olduğunu zannediyor. Boş verin kitapları, gerçek hemen burnunun dibindedir aslında. Telaffuzları diğer Rumlara benzeyen sözkonusu Giritliler, Müslüman olsalar da etnik manada Türk değil, Rumdur, anadilleri de Rumcadır, bundan dolayı da Rumca konuşurlar. Ama ifade etmeye çalıştığım asıl mesele bu değil. Asıl mesele sözkonusu kişilerin nasıl bir endoktirinasyon sonucunda böyle bir körlüğe düştüğü veya inkârcılığa sürüklendiği. Topluma –yukarıdan aşağıya- sunulan kimlikte, bir başka deyişle ‘biz’e atfedilen niteliklerde bir kusur yok mu?
işte bu noktada asıl soruyu sormak istiyorum: Başta hükümet çevreleri olmak üzere çeşitli gruplar asimilasyonun bittiğini, dolaysıyla da –bu bağlamdaher şeyin normalleştiğini ifade ediyorlar. Acaba öyle mi? Bu güne kadar yapılan endoktirinasyon sonucu yetişen nesillerin, bir yerlerden ilham alıp, birdenbire doğru bildiklerini terk edeceklerini, hiçbir direniş göstermeksizin yeni duruma uyum sağlayacaklarını kim söyleyebilir? Milliyetçilik toplumu hiyerarşik olarak sınıflandırarak, bir kısmının –kültür, dil, tarih gelenekleri vb. üzerinden- diğer(ler)inden üstün olduğunu savunur. Sosyal medyada dillendirilen yaygın nefret/ırkçı söylemleri(ni)n devlet eliyle yapılan milliyetçi endoktirinasyondan bağımsız ortaya çıktığını ve bu noktada sadece bireylerin sorumluluğu olduğunu kim ileri sürebilir? Bu düşüncelerle yetişmiş şahısların birdenbire buharlaşmasının ve her şeyin birdenbire normalleşmesinin mümkün olmadığını düşünüyorsak bu meselenin de açıkça konuşulması ve gerekli çözümlerin aranması şarttır. Üstelik bu sadece Kürt meselesi vb. etnik meseleler üzerinden değil, dini cemaatler, azınlıklar vs. üzerinden de düşünülmeli. Eşitliği hedefleyen bir hukuk düzeni ve buna uygun bir endoktirinasyonun planlanmasının, eşitliğe dayanan toplumsal ve devlet düzeni için şart olduğu açık.
Somut olarak bu konuda neler yapılabileceği de tartışılmalıdır. Sadece anayasal bazı düzenlemelerin yapılmasının, gerçek hayatta böyle bir düzenin kurulmasına yetmeyeceğini izaha gerek yok. Keza uzun dönemde bunun sağlanabilmesi için eğitim ayağının reorganize edilmesinin gerekliliğini de. Nitekim ilk ve orta öğrenimde tarih müfredatlarında bugüne kadar buna matuf ciddi -‘öteki’ni düşmanlaştıran bazı söylemlerin ayıklanması veya yumuşatılması dışında- bir düzenlenmeye tabi tutulmamıştır. Bunun yanında eğitimcilerin de yeni döneme uyum sağlamalarına yönelik muayyen programların geliştirilmesi - hizmetiçi kursların alınmaları, yönetmeliklerin yeniden düzenlenmesi vb.-gerektiği açık. Türkçe dışındaki dillerin sadece seçmeli olarak okutulmasıyla yetinilmeyerek isteyenler için eğitim sürecinde daha fazla yer verilmesi de ayrıca önemli bir konu olduğu da.
 
ikincisi yapılacak anayasa ve kanun değişiklikleri ile ilgilidir. Bu metinler yazılır veya yeniden düzenlenirken “devrim kanunları” istisna olarak görülmemelidir. Çünkü mevcut paradigmanın temelleri 1920’lerde ve 1930’larda atıldı. Dolaysıyla bu kanunlar da yeni paradigmaya uygun değilse mutlaka değiştirilmelidir. (Mesela tekke ve zaviyelerin açılmasını engelleyen düzenlemeler kaldırılmadan tam bir din özgürlüğünün tesis edilebileceğini kim ileri sürebilir?) Bu değişiklik için yeni paradigmanın içerdiği başlıca ilkeler çerçevesinde, bunun sonucu olarak demokrasiyle çelişiyorsa, eşitlik ve kardeşlik ilkesine uygun değilse, bireysel veya toplumsal hürriyetleri alabildiğince kısıtlıyorsa, din ve mezhep özgürlüğünü zarar veriyorsa, herhangi bir şekilde dini, etnik vb. grubu inkâr veya aşağılayacak doğrudan ve dolaylı içeriğe sahipse vb. mutlaka yeni duruma uyarlanmalı veya toptan değiştirilmelidir. Bu aynı zamanda yargı organın yeniden düzenlenmesiyle de ilgili bir problemdir. Zira eski paradigmayı içselleştirmiş yargı mensupları ve hukuk eğitimi konusunda hiçbir adım atmadan sadece kanunları değiştirerek bir yere varılamayacağı da açıktır.
Soru şu: Bu kurumlar malum “milliyetçi” dil ve tarih tezlerini değiştirecekler mi? Bir başka deyişle gene sadece “Türklük”e atıfta bulunan bir TTK ve TDK mu olacak, yoksa diğer dini ve etnik grupları dikkate alan yeni bir yapılanma mı olacak? Etnik ve dini gruplarla ilgili çalışmalar yapılması sadece Müslüman unsurlarla sınırlı kalmaması gerektiği açık. Mesela Ermeni, Rum vb. topluluklarla ilgili çalışmalar da sadece Türkleri ilgilendirdiği kadar yer verilmektedir. Acaba azınlık tarihleri, mesela tehcir konusu dışında da Ermeni tarihiyle ilgili, Türk tarihiyle alakası olmayan konularda da Bizans ve Rumların ilgili çalışmalar te’lif ve çeviri yayınlar olacak mı, yoksa istisnalar dışında bu konudaki çalışmalar gene sadece “Türk” dili ve tarihiyle sınırlı mı kalacak.Tabi bu amaçla bu kurumlar dışında başka tedbirler almak da mümkün. Diğer taraftan yok olmakta olan dillerin korunması, bu diller konusunda bilimsel çalışmaların yapılması gibi çabalar olacak mı? Kürtçe sözlüğün çıkaracağını duyduğumuz TDK diğer diller konusunda da benzer çalışmalar yapacak mı? Bizzat devlet kurumları eliyle yapılacak tarih çalışmaları toplumsal hayatta canlı kanlı varlığını bildiğimiz, kitle iletişim araçları aracılığıyla veya doğrudan günlük hayatta konuşmalarını ve şarkılarını dinlediğimiz kişi ve grupların tarihsel bir varlık olarak kavranabilmesinin önü açılmalıdır. Böylece bu grupların köksüz, tarihsiz ve ancak “ilkel bir dil”e sahip olduğu algısı ortadan kaldırılmalıdır. Daha doğrusu bu bugüne kadar devlet eliyle yerleştirilmiş bu algının, gene devlet eliyle ortadan kaldırılması için tarih ve dille ilgili çalışmalar önemli bir yere sahip olacaktır. Zira bilindiği üzere sözkonusu ve benzeri tezler vaktiyle adı geçen devlet kurumları veya sair devlet destekli kurumlar tarafından üretildi ve adeta toplumun üzerine boca edildi. Aksi halde bu konularda her türlü yayının serbest olmasının, bu bakımdan sadra şifa olmayacağı, sadece bu kültürlerin geliştirilmesine hizmet edebileceği açıktır. Diğer taraftan bazı diller –bugüne kadar uygulanan politikaların bir sonucu olarak- yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu için bu dilleri yaşatacak tedbirlerin alınması toplum ve devletin boynunun borcudur. (Milat-08.05.2013)
DİĞER YAZILAR
Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİRX
Naci Görür’den deprem sonrası korkutan paylaşım
Naci Görür’den deprem sonrası korkutan paylaşım
Eş Başkan Şiyar Güldiken  davul zurna ile karşıladı
Eş Başkan Şiyar Güldiken davul zurna ile karşıladı