Takvim yaprakları soluyor, yıllar su gibi akıp geçiyor ama Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde yaşatılan vahşet ve onur mücadelesi unutulmuyor. Hafıza dosyalarında yaşananları kayıt altına alanlar günü geldiğinde yaşadıklarını bir bir yazıya döküyor. iyi de ediyorlar. Çünkü zulmün ve direnmenin tarihine kayıt düşüyorlar. Bu kayıtlara şimdi bir yenisi daha eklendi: Medreseden 5 Nolu’ya Nuri Yoldaş(*).
5 Nolu Cezaevi ile ilgili kaleme alınan her yazı, her kitap hafızamızı yenilemenin yanında toplumsal hafızanın da oluşumuna katkı sunmaktadır. Bilinmeyenlerin biraz daha açığa çıkmasına yardımcı olmaktadır. Veri olmadan sentez, sentez olmadan bilgi olmaz. Bu nedenle yazılanları önemsiyorum. Tarihin bu zulüm ve onur sayfasının iyi okunması, anlaşılması ve gerekli derslerin çıkarılabilmesi için, yazılanlar bir bıçak kesiği gibi yüreğimizde acısını hissettirse de, cezaevinde tutuklu kalan veya bunların yakınları yaşadıklarını kaleme alıp ölümün elinden hafızalarda kayıtlı olanları kurtarmalıdır. Anılarımızı eğer kaleme almasak ölüm kapıyı çaldığında yok olup gidecektir.
Nuri Duruk, Medreseden 5 Nolu’ya Nuri Yoldaş kitabındaki anlatımıyla ölümün elinden bir şeyleri kurtarmayı ve 12 Eylül darbesini, Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi gerçeğini ve Kürdistan’da komünist olmanın bedelinin bir hayat boyu nasıl ödettirildiğini unutturmamak için yıllardır yürütülen çabaya küçük bir katkı sunmak istemiş. Kitap, kolektif bir emeğin ürünü: Nuri Duruk, eşi Elsinet Duruk ve çocukları Özgür ve Önder anlatmış, Arzu Demir anlatılanları kaleme almış.
Anlatılanlar; “12 Eylül’ün vahşetine rağmen hayata kaldıkları yerden devam eden ve hâlâ özgür düşlerin peşinde koşan Nuri Duruk ve ailesinin öyküsü. Sadece trajik bir öykü değil, korku, cesaret, yılgınlık, direniş, umut, umutsuzluk, öfke, neşe, insanlığın tüm hallerinin toplamı. Sadece Duruk ailesinin öyküsü de değil, zulme rağmen diz çökmeyen insanların öyküsü.”
Nuri Duruk’u tanırım. Eski yoldaşımdır. Meyafarkinlidir (Silvanlıdır). Medrese eğitiminden geçmiş biridir. Bu nedenle tüm tanıdıklar kendisine Mele Nuri derdi. Sesi çok güzeldir. 12 Eylül öncesinde düzenlediğimiz gecelerde hep Aram’dan Kürtçe türküler söylerdi. Çok kısa bir dönem Diyarbakır’da aynı parti hücresinde de birlikte çalıştık. T.C. Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı (I) Numaralı Askeri Mahkemesi’nde “TKP Örgütü” davasından birlikte yargılandık. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevinde aynı dönemde bulunduk ve hatırladığım kadarıyla aynı gün tahliye olduk. Kitabını elime alıp okumaya başlayınca zihnimin kuytu köşelerine gizlenmiş sahneler bir bir gözümün önünde yeniden canlanmaya başladı. Sağ olsun, tevazu gösterip Medreseden 5 Nolu’ya Nuri Yoldaş kitabını, “Sevgili dostum Müslüm Üzülmez’e en derin sevgi ve saygılarımla” diye imzalayıp göndermiş. Yoldaşım, diline ve yüreğine sağlık. Teşekkür ederim. Ayrıca iyi bir kurgu ve güzel bir anlatımla kitabı kaleme alıp Diyarbakır Cezaevi gerçeğine katkı sunduğu için Arzu Demir’e de çok teşekkür ediyorum.
Kitapta Mele Nuri’nin çocukluğu, medrese eğitimi, komünist oluşu, 12 Eylül sonrası yakalanışı, sorgulanışı, cezaevinde yaşadıkları ve cezaevi sonrasında ailece verdikleri yaşam kavgası, Hizbullah’la mücadelesi ve izmir’e göç edişleri anlatılmakta. Anlatım belleğe dayandığı için maddi hatalar var. Tarihe yanlış kayıt düşülmemesi ve okuyuculara, siyasi tarihe ilgi duyanlara ve tarih yazıcılarına geçmişin doğru bir şekilde yansıtılması amacıyla, bilgim dâhilinde olanları (sayfa numaralarını izleyerek) (Mele) Nuri Duruk arkadaşımın ve kitabı kaleme alan Arzu Demir’in hoşgörülerine sığınarak düzeltmek istiyorum.
Kitaptaki yanlış hatırlamalar ve düzeltmelerim:
1. «O dönemde, darbe öncesinde partimiz Türkiye Komünist Partisi (TKP), çok sayıda kadrosunu yurt dışına çıkartmıştı. Ben, kalanlardandım.
12 Eylül darbesinden önce ve sonra TKP MYK’sından il ve ilçe yöneticilerine, üyelerine kadar seçilenler yurtdışına gönderildi.» (s.11)
Bu anlatılan doğru değil. Bunu savunma içgüdüsüyle söylemiyorum. Aradan uzun zaman geçtiği için arkadaşımın belleği kendisine ya bir oyun oynamış ya da karşı propagandanın etkisinde kaldığı için böyle anlatmaktadır. 12 Eylül darbesi sonrasında, 1982 Ağustos’unda başlatılan operasyona kadarki süreçte, başka bölgeleri bilmiyorum ama Kürt coğrafyasında faaliyet yürüten TKP’lilerden hiç kimse yurtdışına gönderilmemiştir. O dönem, Diyarbakır ve çevresinden sorumluydum. Her ay ilgili Merkez Komitesi ya da Yöre Komitesi’ndeki arkadaşlarımla görüşüyordum. Böyle bir şeyden bahsedildiğini hiç duymadım. Olsaydı bilmem gerekirdi. Ayrıca o dönem böyle bir düşünce hiçbirimizin kafasında yoktu da diyebilirim. 1982 Ağustos’unda yapılan “TKP Operasyonu”ndan yaklaşık bir yıl sonra bölgemizden sadece iki kişi yurtdışına çıkmıştır. Fevzi Karadeniz ve Kemal Yıldız. Her ikisinin de çıkışları 1983’tür.
Merkez Komite üyesi Şeref Yıldız ise, başka nedenlerle, 19 Temmuz 1981 tarihinde yurtdışına çıkmıştır. (Şeref Yıldız, Fırtınada Yürüyüş, Sarı Defter, istanbul-2008, s.288)
2. Cezaevinde «Koğuşlara dağıtılana kadar sürekli dövdüler. …Avluda dayak yerken tek yapabildiğimiz kendimizi korumaya çalışmaktı. Bir bakıma herkes kendi işkencecisiyle mücadele ediyordu. Ancak içeriden gelen slogan sesleri gerçekten bize güç veriyordu. Bu gücü toplayınca, tek tük “işkenceye karşı onurumuzu koruyacağız” şeklinde sloganlar yükseliyordu.» (s.24)
Yanlış bir hatırlama söz konusu veya olaylar karıştırılıyor. Biz TKP’liler 1982 yılı sonunda cezaevine götürüldüğümüzde cezaevinde herkes kurallara uyuyordu. Bizler, gittiğimizde teslim olmadık ama kurallara uyduk. Gücün ve şiddetin karşısında o zaman sustuk, ama bu susuş içimizde “cevap” niteliğindeki direnmelerin birikimlerini oluşturacak susmalardı. Slogan atmanın hiçbir maddi temeli yoktu. Gittiğimizde içerden gelenler slogan sesleri değil, marş sesleriydi. Slogan atmalar 1983 Eylül direnişiyle başladı.
3. «1984 yılının başlarında tek tip elbiseye karşı direnişe başladık. …Direnişimiz bir haftanın üzerinde sürdü. …içerde yiyeceklerimiz gittikçe azalıyordu. Açlık grevinde olanlarımız da vardı. idare bize açlık grevinin bittiğini, barikatları kaldırmamız gerektiğini söyledi. Ancak buna inanmadık. Bunun üzerine Kemal Pir ve Mustafa Karasu bütün koğuşları dolaşarak, grevin taleplerinin kabul edildiğini ve sona erdiğini söyledi.» (s.39)
Burada isimler ve tarihler karıştırılıyor. Kemal Pir’in olması mümkün değil. Kemal Pir, 7 Eylül 1982 günü –Ben ve Mele Nuri daha cezaevine götürülmeden- ölüm orucunda yaşamını yitirmişti. Kanımca Rıza Altun demek istiyor. Bir diğer yanlışlıkta tarih ya da hangi direnişle ilgili olduğudur. Söz konusu koğuşları gezme olayı 1984 Ocak direnişinde değil, 1983 Eylül direnişinde oldu. idareden bir yüzbaşı ve bir üsteğmen 35. Koğuş’ta kalan tutuklulardan Mustafa Karasu, Rıza Altun ve Muzaffer Ayata’yla birlikte cezaevinde koğuşları dolaştılar.
4. «Koğuş hakkında bana bilgi veren Vedat [Aydın], bizden önceki tarihini de anlattı. DDKD’li Necmettin Büyükkaya’yı, koğuşun kapısının girişinde kalaslarla döverek öldürmüşlerdi.» (s.41)
Necmettin Büyükkaya, 1984 direnişinde koğuş kapısında dövülmüş olabilir, ama koğuş kapısında öldürülmedi. Necmettin Büyükkaya, 24 Ocak günü, varlığı ve duruşuyla Kürt düşmanlarının yüreğine korku saldığı için koğuşta ve koğuştan çıkartıldıktan sonra koridorlarda kalaslarla dövüldü. Sonrasında hem cezaevindekileri ve hem de tüm Kürtleri ve devrimcileri yasa boğacak ve de ölümüne sebep olacak esas ölümcül dövme Hamam denilen yerde yapıldı. Ölüm anında askeri hastanede yanında olan ve vahşice öldürülüşünün en yakın tanıklarından biri isfendiyar Eyyuboğlu’dur. Necmettin Büyükkaya’nın öldürülüşünün 25. yılı vesilesiyle 23 Ocak 2009’da Taraf gazetesinde yayınlanan yazısında: “Otoriter, emreden ve kahreden ses arkada tepemizde; “bunu götürün gebertin, dikkat edin ölmesin, bunu da götürün öldürün” diye sinema salonunda birinin komut verdiğini, “gebertin” denilenin kendisi, “öldürün” denilenin de Necmettin Büyükkaya olduğunu ve hamamda bu komutun gereğinin yerine getirildiğini yazmıştır.
Ayrıca bildiğim kadarıyla Nemettin Büyükkaya DDKD’li değildi. DDKO (istanbul) kurucu başkanıydı. KDP üyesiydi ve Dr.Şivan’la birlikte hareket ediyordu. KiP’in (Kürdistan işçi Partisi’nin) kuruluşundan sonra KiP’ten ayırmıştı.
5. «TKP’nin cezaevinde yaşadığımız vahşeti dünyaya duyurma çabası vardı. Bu amaçla 1983 yılında Avrupa’dan bir heyetin gelmesi sağlandı. isfendiyar da, heyetle görüştürülecek tutuklular arasında yer almak istiyordu. Biz de bunu istiyorduk. isfendiyar, heyetin önüne çıkacak tutuklular arasında yer almayı başardı. …Vücudundaki işkence izlerini gösterdi. Böylece vahşet Avrupa kamuoyuna yansımış oldu. Bunu başarmak önemli oldu. TKP’nin katkısı da yadsınamazdı.» (s.41)
Hatırladığım kadarıyla bu olayın oluşu anlatıldığı gibi değil. Ocak 1984 direnişinde Necmettin Büyükkaya’nın öldürülmesi ve isfendiyar Eyyuboğlu’nun ağır yaralı olarak askeri hastaneye kaldırılması Avrupa’daki bazı haber ajansları ve gazeteler tarafından Necmettin ve isfendiyar’in Diyarbakır cezaevinde öldürüldüğü; bazıları da Necmettin’in öldürüldüğü, isfendiyar’ın da ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığı haberini geçerler. Bu haber üzerine, Diyarbakır cezaevine Avrupa’dan bir heyet gelir ve sınırlı sayıda bazı kişilerle görüştürülür. Heyetle görüşenlerden ismini hatırlayabildiklerimden biri Mehdi Zana’dır, diğeri de isfendiyar Eyyuboğlu’dur. Diğerlerini hatırlamıyorum. Heyetle görüşenler, görüşmede işkence izlerini ve bedenlerindeki yaraları gösterip cezaeviyle ilgili bilgiler verirler. Heyetin gelişinde, cezaevinde tutuklu bulunan biz TKP’lilerin hiçbir katkısı olmamıştır. Zaten olamazdı da. Çünkü bir yerlere haber gönderme şansımız yoktu. Direnişte olmamız nedeniyle ailelerimizle ve avukatla görüşmeye, mahkemelere çıkılmıyordu. Hücredekiler hücrede, koğuştakiler koğuştaydı. Çok sonradan öğrendiğime göre operasyonlarda yakalanmayan Ali Haydar Üzülmez ve Heybet Atsız parti yönetim ve yayın organlarına cezaevindeki vahşeti, Necmettin Büyükkaya ve isfendiyar Eyyuboğlu’nun durumunu bildirmişler ve bir şeylerin yapılmasını istemişler. Avrupa’dan heyetin gelişinde TKP’lilerin bir katkısı olmuşsa eğer, cezaevindekilerin değil, dışarıdakilerin bir katkısı olmuştur.
6. «TKP Merkez Komitesi ve Politbürosu’ndan Ömer Ağın ve Doktor Mustafa Dağcı, TKEP’den Ferit Söker, Rizgarî’den Mümtaz Kotan, Nevzat Kotan ve avukat Ruşen Aslan, Özgürlük Yolu’ndan öğretmen Necmettin Salas ve avukat Nazif Kaleli ve TKP’den Müslüm Üzülmez anımsadığım isimler.» (s.44) Devamında ise: …Ala Rizgarî’den Nevzat Kotan adında genç bir tutuklu vardı. Kararlığı ve netliğiyle dikkatimi çekmişti. Yönetici olmadığını biliyordum. Cezaevinden dışarıya çıktığımda görmek istediğim bir insandı. Sonradan öldüğünü ya da öldürüldüğünü öğrendim. Görüşme şansımız olmadı. Keşke olsaydı!» (s.45)
Burada birçok yanlışlık var. Birincisi, Ömer Ağın’ın TKP Merkez Komite üyeliği doğru, ama Politbüro üyeliğinde bulunmadı hiç. ikincisi, cümle kuruluşunda yer alan “ve” bağlacı nedeniyle Mustafa Dağcı’nın da sanki Merkez Komite üyesi olduğu şeklinde bir anlam çıkıyor. Mustafa, MK üyesi değildi. Üçüncüsü, söz konusu 34. Koğuş’ta Kotan’lardan iki kişi vardı: Mümtaz ve Erdal Kotan kardeşler. Her ikisi de Rizgarî’den yargılanıyordu. Sözü edilen Nevzat, Erdal Kotan olmalı. Eğer Nevzat, Erdal Kotan ise; Erdal, ne öldü, ne de öldürüldü. Bildiğim kadarıyla cezaevinden çıktıktan sonra yurtdışına çıktı ve şu anda Hollanda’da yaşıyor. Dördüncüsü, Nazif Kaleli avukat değil, ingilizce öğretmeniydi. Beşincisi, Necmetin’ın soyadı Salas değil, Salaz’dır. (Sayfa 100’de, Heybet ve Seval Atsız’ın soyadları Atlı yazılmış, doğrusu Atsız’dır.)
7. «Okula gidenler Türkçe, medreseye gidenler Arapça öğreniyordu.» (s.87) «Felsefe, cebir, mantık, münazara, din kitapları, Arapça, islam tarihi kitapları okuyorduk. Kürtler o günlerde, Arapça yazıyordu. Konuşan Kürtlerdik, dilimizi yazmayı sonradan öğrendik ama hâlâ da eksiktir. …Irak ve Suriye’den de medreseye gelenler oluyordu. Lenin’i anlatan Arapça bir kitabı da bu sayede ilk kez gördüm.» (s.88)
Burada anlatımda bir yetersizlik var gibi. Kürtler medreselerde hem Arapça ve hem de Kürtçe kitaplar okuyorlardı. Eğitimler ise derse ve hocaya bağlı olarak Arapça veya Kürtçe yapılıyordu. Kürtçe kitaplar da yazılıyordu. Ama Kürtçe kitaplar ve yazmalar Arap harfleriyle yazılıyordu. “[D]ilimizi yazmayı sonradan öğrendik ama hâlâ da eksiktir” denilirken, kanımca burada Latin harfleriyle yazma olayı kastediyor.
8. «1973 yılında TKP’ye üye oldum. Neden TKP’yi tercih ettim? Sosyalisttim, komünisttim.» (s.93)
Burada yine bir bellek yanılması söz konusudur. Yoğun yaşayıp, yıpratıcı bir süreçten geçen insanların birçoğunda yaş ilerleyince ve aradan fazla zamanda geçince nörokimyasal etkileşime bağlı bazı şeyleri hatırlamaması veya yanlış hatırlaması normaldir. Ama tarihe kayıt düşülüyorsa eğer, çok dikkatli olunmalı, hata yapmamaya çalışılmalıdır. Mele Nuri yoldaşımın 1973’te parti üyesi olması mümkün değil. Çünkü o tarihte ve öncesinde birey olarak TKP’liler olsa da, TKP’nin yurtiçinde parti örgütleri yoktu. Sadece yurtdışında faaliyetini sürdürüyordu. 1973 “Atılımı”ndan sonra yurtiçinde örgütsel faaliyet kararı alındı ve 1977 “Ulusal Konferans”ıyla da hızlı bir şekilde yukardan aşağı örgütlenmeye başlandı. Bu örgütlenmeye paralel TKP’nin Kürt coğrafyasında örgütlenmesi de 1977’de başladı diyebilirim. Mele Nuri yoldaşımın 1977 veya sonrasında parti üyesi olması gerekir.
Kitabın dili, kurgusu, anlatımı güzel, ama kitapta görüldüğü gibi göze çarpan maddi hatalar var. Anlatılanlara gölge düşürecek kadar hem de fazla. Kitap, keşke baskıya verilmeden önce süreci yaşayanlardan birkaç arkadaş tarafından okunup var olan hatalar giderilmiş olsaydı. ikinci baskıda bu hataların düzeltileceğini umuyorum.
Zulmün önünde diz çökmeyenlere selam olsun!..
(*) Arzu Demir, Medreseden 5 Nolu’ya Nuri Yoldaş, Akademi Yayın, istanbul, Mayıs 2012, 111 sayfa.
e-posta: muslimce@yahoo.co.uk
web: http://uzulmez.info/muslum